7 Aralık 2013 Cumartesi

Çocuk Dünyası

Bugün üç kişilik çekirdek aile olarak lafları çitleye çitleye uzun bir yürüyüşten eve dönüyorduk. Eşim, "çocuk doğası ne güzel değil mi?" Dedi. Öyle tabii... Kim aksini söyleyebilir ki... Onlar, saf, neşeli, gürültücü, enerjik ve özgür küçük insanlar... Her yetişkinin bir şekilde olmayı arzuladığı, ama başkalarında gördüğünde huzursuz olduğu bir oluş halinin minik suretleri... Onlar herbir şeyi içlerinden geldiği için ve içlerinden geldiği gibi yapan cüceler... İstemedikleri şeyleri ise yapmamakta direnirler; bu yönde güçlü bir iradeleri vardır. Her sabah neşeyle ve sevgiyle uyanırlar; güne gülerek başlarlar. Saf ve masumdurlar, akıllarından bir hinlik geçmez. Kimse hakkında kötü düşünmezler, dolayısıyla kimseden kötülük beklemezler. Öğrenme arzusu ve merak, onları baştan çıkartır, hareketlerine yön verir. Sadece oynayarak ve eğlenerek öğrenirler, diğer öğre(t)me biçimlerine kapalıdırlar. İnançlıdırlar, kendine, size ve hayata güvenirler. Yalan bilmezler, ağızdan çıkanları şüphe etmeden doğru kabul ederler. Yalnızca sebebini öğrenmek isterler, o da meraktan... Doğrucudurlar, hatta bazen doğruları ulu orta insanın yüzüne vurur "yaramazlar". Kin tutmaz, unutur, her sabah size yeniden başlarlar. Onlara zarar bile vermiş olsanız, ağlayarak da olsa dönüp yine size sarılırlar. Düşer, kalkar, yılmadan yoluna devam ederler. Etiket bilmez, insanları sınıflandırmazlar. Doğayı ve hayvanları severler. Bol bol hayal kurup zihnin sınırlarını zorlarlar. Hayal güçleri o kadar geniştir ki, cansız varlıklara bile canlıymış gibi muamele ederler. Basit şeylerden mutlu olur, türlü komikliklere kahkaha atarlar. Yemekle içmekle çok araları yoktur. Sevdikleri ile vakit geçirmek, en büyük mutluluklarıdır. Sevdiği bir insanın kapıdan girmesi, onları heyecanlandırır. Kapris ve alınganlık yapmazlar, onun yerine doğrudan ağlar veya talep ederler :) Haklarını sonuna kadar savunurlar. Yaptıkları işleri büyük bir ciddiyetle yaparlar. Anı yaşarlar.

Böyledir işte minik insan yavruları... Bir sürü güzel özelliğe sahiptirler. Tüm bu özellikleri doğuştan gelir, birisi dahi eksik değildir. Ancak ne olursa,bu yavrular büyürken olur. Büyüdükçe evrilir, çevrilir, insandan başka bir tutsağa, yapışkan, kötücül, zorba ve nihayetinde mutsuz bir yaratığa dönüşürler. Bu yazıyı okuyan çoğu kişi eğer abarttığımı düşünüyorsa, belli ki o da kendinden bihaber yetişkinler ordusundan biridir. Nedense yetişkinler bu gibi durumları hiç üstlerine kondurmazlar. Zannediyorum ki, muhakeme, vicdan ve varoluş mekanizmaları, kullanılmaya kullanılmaya veya yanlış kullanıla kullanıla, artık bozulmuş, işlemez olmuştur. Yani artık fabrika ayarlarına dönüş nerdeyse imkansızdır. Bu yüzden yetişkinler, yerine yeni bir kimlik algısı yaratarak başta kendilerini, sonra da diğer herkesi kandırırlar. Geçen gün okuduğum Murat Menteş'in Korkma Ben Varım kitabında yazıyordu. Eskilerden kalan bir Çin Atasözü varmış: İnsanların üç tane kimlikleri vardır. Biri gerçekte oldukları, diğeri olmak istedikleri, bir diğeri ise olduklarını sandıkları... İşte bu atasözü yetişkin bir insanın çelişkisini, bölünmüşlüğünü ne de güzel özetliyor... 

Hakikaten ne tufah şu yetişkinler... Hem doğuştan büyük bir zenginlikle doğup, hem de nasıl sefil bir fukaraya dönüşebiliyorlar... Özünü inkar eden nankör bir evlat gibi, nasıl da o kıymetli mirası sahte dünyalarla takas edebiliyorlar... Gerçekten inanılır gibi değil. Hatta asıl ilginç olanı, o mirasın yetişkin kişiye bir nevi ayak bağı olması. Mesela, acemi ruhunu biran önce terbiye edip tecrübeli bir kodaman olmak ister yetişkin. Yine saflik ve masumiyet, yetişkin dünyasında bir nevi özür sayılır ve horgörülür veya hoşgörülür de bağışlanır. Neticede her hoşgörünün altında da, bir noksan veya kusur vardır. Yetişkinler dünyasında her türlü yozlaşma, adeta kutlanır. Her "milli" olanın sırtı şöyle bir sıvazlanır.  Racon bilmek, terbiyeli olmaya yeğ tutulur. Yine kurnaz olmak, eşittir zeki olmak; adam kullanmak, eşittir işini bilmek sayılır. Yetişkinler dünyasında maske takmak, adeta don giymek gibidir. Hiç neden don giyiyorum diye sorgular mısınız? Ya da bugün don giymesem olur mu diye aklınızdan geçer mi? Hayır tabii ki. Çünkü bu durum artık refleks olmuştur. İşte maske için de durum aynen böyledir. Bir kolpa oluş halidir şu yetişkinlik...

Ne acayip değil mi? İnsanın hayat yolculuğunun amacı bütüne ermekse eğer, zaten bütün olarak doğan insanın azar azar eksilerek tükendiği yerde, yeniden özünü bütünlemek için verdiği savaşın adının aydınlanma, bunun için geçen zamanın adının ömür, oyunun sonunda ağzında kalan tadın adının ise mana olması... Ne kadar anlamlıysa hayat, tadının o kadar güzel, anlamsızsa dünyayı bile yeseniz boş olması... Junk food gibi...

Neyse ki öğrenmenin sonu yok. Bazen sadece izlemek yeterli; bu küçümenler insana çok şey öğretiyor. 

25 Kasım 2013 Pazartesi

Anneler İçin Pratik Saç Modelleri

Kadınlar bilir. Saç herşeydir. O, türlü ruh hallerinin dışa vurumudur. İstemli veya istemsiz... Yerine göre bir başkaldırı da olabilir, içine düşülen dipsiz kuyulardan bir mesaj da... Bu bakımdan her duruşu anlamlıdır ve sahibinden mutlaka bir ipucu taşır. Ayrıca kadınların özgürlük alanıdır saç. Hiçbir şeyi değiştiremese bile, saçlarını değiştirir kadın. Yeni saç, yeni bir kimlik hissiyatı verir. Öyle önemlidir yani... Hani şu "ne olacak canım, kökü sende nasılsa" yorumları, bu yüzden hep kabak tadıdır. 

Tüm bu içsel anlamının yanında, bir güzellik simgesidir aynı zamanda. Gerçekten de saç güzel ve bakımlıysa, kıyafetin kusurlarını bile örter. Veya tersinden, iki dirhem bir çekirdek de giyinseniz, saç bakımsızsa kıyafet çöptür; hatta daha da bir rüküşlük verir. (Bu yüzden hala düğünümde saçımı yapan kuaföre kızgınım; ve hayır abartmıyorum ;))

Velhasıl, bu uzun girizgahtan sonra bi zahmet konuya gelmek istiyorum. Malum, annelerin saç için uğraşacak vakitleri yok. Hatta kimi zaman saçları kurutmaya dahi vakit kalmıyor. Reklamlardaki gibi, yıka çık, harika oleyyy! Tabii ki yok öyle birşey ;)) Haaa bazı doğuştan gür ve kendinden güzel bir dalgası olan veya pırasa saçlı kadınlar da var, şanslı kadınlar... Onlar bu yazıyı okumasınlar :) 

Bu yazı, ince saçlı, düzensiz bir dalgası olan çoğunluk için yazıldı. Ne zamandır kafa yoruyorum, şu saçlara pratik bir çözüm bulsam diye. Önce Brezilya Fönü'nü düşündüm. Nasılsa keratinle yapılıyor düzleşme, dolayısıyla saça bir zararı yok, hatta faydalı. Fakat gür ve tok (daha çok kalın telli) saçlar için uygun bir çözüm o. Çünkü ince telli saçları bastırıp daha da hacimsizleştiriyor. Bu yüzden vazgeçtim bu fikirden. Sonra iri dalga düşündüm. Evet, olabilirdi. Fakat o da eninde sonunda saça zarar verecekti, haliyle ondan da vazgeçtim.

Geriye saçları kestirmek kalıyor işte :p Fakat değişiklik öyle ucundan kestirmeyle de olmuyor, daha radikal bir duruş lazım. Kısa saç ise herkese yakışmıyor ve bu kadar uzattıktan sonra insan kıyamıyor. Fakat durun, hemen sıkılmak yok, daha çözümler bitmedi. 

Tümden gelip uzun saçlı annelere önerilerimi aşağıda sıralıyorum:

1. Saçlar gereğinden fazla uzatılmamalı; kuaförümün söylediği gibi, bu insanı yorgun gösteriyor.

2. Kesinlikle boyayı önermiyorum. Hem saçı sağlıksız gösteriyor, hem de vakitsizlikten yakınan kadın, boyalı saçın ıvırı kıvırı bakımıyla hiç uğraşamaz.

3. Saçlar cinsine ve tipe göre modern bir kesimle şekillenmeli. Yüz tipine gittiği sürece, kahkül farklı bir hava katıyor.

4. Topuz. Vazgeçilmez. Araştırırken buldum; bu sitedeki topuz modelleri harika, üstelik çok pratik ;) 

http://rujoje.blogspot.com/2012/09/pratik-topuz-modelleri.html

Aşk. Aşk. Aşk. Aşk. Aşk. Aşk. Aşk.

21 Kasım 2013 Perşembe

Sessizlik de Konuşur

Ne zamanki hareketsiz duruyorum ve dahi susuyorum, işte o zaman başlıyor içimdeki ses konuşmaya. Onun yaşadığı ülke burası. Sessizlik ülkesi. Başrol oyuncusu değil o, seyirci koltuğundaki yönetmen. Seyirci koltuğunda ne işi var yönetmenin, demeyin. Çünkü o sorulmadıkça karışmaz performansa, herkes gibi izler oyunu. Fakat bir farkla... Herkes rolü izlerken o rolün ardındaki oyuncuyu gözler. Sakin, emin bir sesi vardır. Etliye sütlüye karışmaz, dedikodu yapmaz. Bu yüzden hiçbir zaman yorumlarını uluortaya saçmaz. İkna etmeye çalışmaz. İstenmedikçe ise hiç dahil olmaz. Çabasız bir varoluştur onunkisi. Ancak kaçmaz. Bulunmak için Hindistan'da bir dağın ardına saklanmaz. Gerçi sever öyle yerleri ama yine de uzaklaşmaz. Yakındır evi. Kuş cıvıltısı ile çalar zili. Köşeyi dönünce, sol üst köşedeki çıkmaz sokağın sonuncusunda oturur köyün bilge kişisi...

13 Kasım 2013 Çarşamba

Annelik Çelişkilerle Doludur

İki farklı duyguyu aynı anda yaşamak istersin. Ya da birini yaşarken diğerinde bariz aklın kalır. Akıllı mantık, hep sulugöz kalp ile çatışır. Her insanda biraz böyledir de bu durum, annelikte oldukça baskındır. Sıkça yaşanır. Misal; bir yandan biraz olsun kendine vakit ayırıp uzaklaşmayı isterken, bir yandan da yavruyla biraz daha oynamak için bahaneler yaratırsın. Sabah yavruyu babasına teslim edip bi yarım saat daha uyuyacağını söyler, fakat dayanamayıp kendini yataktan kaldırırsın: merhaba, bu zombi de sizinle oynamaya geldi :)) Yavrunun anneanneye alışmasını sevinçle karşılarken, bir yandan da onun anneannenin eteğini çekiştirmesini kıskanırsın. Haa, bir de suçluluk duygusu vardır ki, nerdeyse hiç peşini bırakmaz. Herşeyi yavruya vermek istersin de, gene de yetmez. Yetmediğini düşündüğün yerde suçlanırsın hemen. Sonra kendini yanlış yapmadığına ikna etmeye çalışırsın. Al işte başladı mı yine çatışma...

Herkese hak verdiğin de olur, hiçkimseyi dinlemeyip burnunun dikine gittiğin de... Rehberin tecrübe de olabilir, kitaplar da, annelik içgüdüsü de... Bunlar çoğunlukla birbiri ile yarışır. Ruh durumuna göre bazen birisi pekala geçer akçe olurken, diğerleri tü kaka olabilir. Fakat genelde kazanan hep annelik içgüdüsü olur. Çünkü diğer ikisi, görünmeyen, bilinmeyen metafizik dünyayı açıklamakta yetersiz kalırlar ;) 

Yavru söz konusu olduğunda, kendini herşeye yeten, güçlü bir panter gibi hissedersin. Aynı zamanda yufka yürekli, zayıf ve güçsüz... Kalbin hemen kırılabilir de, yüzünde gülücükler de açabilir birden. Gün boyu koruduğun enerji, akşam yavruyu yatağına yatırıp yetişkin dünyasına geçtiğinde, birden poffff diye söner. Balkabağına dönersin, hem de gece yarısı bile olmadan.

Aslında annelik, içinde zaten var olan duyguları son doz yaşatan uç bir duygu durumu. Tüm duyguların şevke gelip tümden coştuğu, her duygunun borusunun öttüğü, çok sesli bir orkestra. Bir tür aşk... İnsanı yoğuran, pişiren ve dönüştüren, her aşkta olduğu gibi...


12 Kasım 2013 Salı

Bugün Atatürk Günü (10 Kasım)

10 Kasım'da minik yavruyla beraber Caddebostan Sahili'ne indik. Hayır, saygı duruşunu kaçırmamıştık. Evet, çok kalabalıktı. Yaşlısı, çocuğu herkes bayraklarını alıp tam anlamıyla sokağa "dökülmüştü". Tek bir amaç vardı: orada olmak. Tek bir birleştirici vardı: Mustafa Kemal. Türk tarihindeki en büyük birleştirici, yine herkesi birleştirmişti. Günümüzdeki birleştirici paravanın ardındaki bölücü tavra ne güzel bir ironiydi. Nifak yoktu, saman altında başka niyetler yoktu. Sadece birlik, kardeşlik vardı. Herkesin gözünde yaş vardı. Engel olunamayan bir duygusal dışa vurumdu. Her senekinden farklı bir durum. Yoğun. Hiç bu kadar oynanmamıştı milletin milli duygularıyla belli ki; hiç bu kadar yıpranmamıştı milli sinirler...

Ateş bile durumdan etkilenmiş, durgunlaşmıştı. İktidar bu sefer de, minik yavrunun yüzündeki gölge olmuştu. Sonra marşlarla, alkışlarla güldürdük yüzünü. Elindeki bayrağı sallayıp durdu. Bir de bayraktaki Atatürk'e mama verdi. Belli ki Atatürk'ü şimdiden sevmiş, benimsemişti ;)  



4 Kasım 2013 Pazartesi

Emelto Farkı

Evde anneanne (sevgili annemin) olması, kendini her yönden olumlu etkilerle gösterdi. Tamam, eşimle ben de bize sorsalar gayet güzel üstesinden geliyorduk ama objektif kriterlere göre eve dirlik geldi yeminlen. Şu an evde, düzen ve konforun varolduğu, mutlu ve mesut bir barış ortamı hakim. Misal;

Herşey yerli yerinde. Çocuğa rağmen... Şarj aletlerinin bile bir yeri var artık. (işi bittiğinde direkt toplama hali)

Anı yemeklerine son! (tencerelerin bekletilmeksizin yıkanması hali)

Sıcak yemekler yiyelim, sıcak sohbetler edelim... (aman canım, yemek yapmak da iş mi oldu hali)

Unutulmuş eşyalar modyuma geri döndü! (Ateş'in eski banyo küvetinin oyuncak sepeti olması, saklama kabının ilaç kutusu olması vb. sayısız örnek)

Kullanılmayan giysiler, yeni sahiplerine kavuştu! (giysilerin poşetlenip ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması)

Bir de tüm bunların üstüne nazımıza oynanması (aman dur sen ıhlamur diyordun; koyalım da yatmadan içersin,) da cabası oluyor herhalde... Bilenler bilir. Evde çocuk oldu mu, işler değişir. Artık zevkten ortada dağınık bırakma lüksünüz kalmaz. Çünkü o lüks, evin en küçüğüne aittir artık ;) Ve ben buna rağmen, diyorum... Ayrıca şaşkınlıkla izliyor ve keyfini sürüyorum :))

Anlatılanlardan çıkarttınız mı bilmem ama, annem oldukça proaktif, çalışkan ve disiplinli bir kadın. Tam bir Alman ekolü. Almanların "tu es gleich" (şimdi yap) mottosunu düstur edinmiş; hiç taviz vermeden uygulayan garip ve tatlı bir kadın. Atom karınca modeli. Gerçi ona göre de biz ağustos böceğiyiz ya, o da ayrı bir konu... 

Bir kere eğri oturup doğru konuşalım. (Niyeyse :)) Arada yaratılış farkı var. Nasılsa meşe ağacının yaprağıyla kavak ağacının yaprakları birbirinden farklı, o da öyle... Farklıyız. Hepimiz birbirimizden. Aynı toprağa kök salan, aynı havayı soluyan, aynı güneşe dönen fakat özü, tohumu tek olan biricik canlılarız işte. Bunu sorgulamak ve değiştirmeye çalışmak da yaratılışı beğenmemek olmaz mı, bir anlamda? Hem bu nafile bir çaba üstelik. İnsanoğlu törpülense, yıpransa, aydınlansa bile, kim değiştirebilmiş ki bugüne kadar o tohumu? Kendimden yola çıkarsam; genel olarak etrafta olup biteni kaçırmamak için hayat tekerini biraz daha yavaş çevirmekten hoşlanan, mesela çocuğu ile her akşam üstü parkta oynamayı, evdeki dirlik-düzen işlerine yeğ tutan bennn ne kadar değişebilirim? Hadi koştur koştur herşeye yettim diyelim, hayata bakışımı değiştirir mi bu yaptıklarım? Ve en önemlisi, nereye kadar? Zira herşey ama herşey, bir şekilde özüne dönmeye mahkumdur sonunda. Ve kanımca, en mutlu, en verimli, en güzel ve en başarılı halini özünde, yani evindeyken yaşar insan. Aslında herşey olduğu gibi eşsiz ve güzeldir basitçe. Ama işte kabul etmek, değiştirmekten daha zor gelir insana. Ahhhhh ahhhhhh... Gel de anlat şimdi bunları anneme ;) 

Dahası, nesil farkı var bi kere aramızda. Ne hikmetse, bizden önceki neslin on parmağında on marifet... Eteklerinde bebeleriyle yemekte, düzende, pratiklikte on numaralar. Üstelik çalışan kadın içinde durum böyle. Nitekim benim annem de çalışan bir kadındı. Ama işte o dönemin kadınları, genlerini bir sonraki nesle aktarırken bir hata oluşmuş sanırım. Böyle geni bozuk, asi, beceriksiz bir nesil türemiş. ;))

Efendim, bu yazımı da annemin bize haftasonu yaptığı bir kıyağın hatırası ile bağlıyorum. Aşağıdaki fotoş, geçen hafta eşim ve benim başbaşa yaptığımız huzurlu kahvaltının, sıcak hatırasıdır.

25 Ekim 2013 Cuma

Bir Murat Menteş Silsilesi


Düblörün Dilemması'ndan sonra, bu defa Ruhi Mücerret'e sardırdım. Komik, absürd ve zekice kurgulanmış (3'ü bir arada) bir eser okumayalı uzun bir zaman olmalı ki, bünye üst üste fondip yapmakta. Tabii haftalık Penguen'leri saymıyorum, çünkü elbette ki aynı şey değiller. Şu bir gerçek ki, bu dünyanın orjinallere ihtiyacı var. Ferah bir soluk, yeni bir mevsim gibi oluyorlar şu hep bir ağız söylemin içinde. Kitap, söylediğim gibi yaz mevsiminde soğuk limonlu bir soda... (şu aromalı olanlardan değil, bizzat içine limon atılmışlardan) Karakter isimleri de hayli ilginç. Ruhi Mücerret, Avni Vav, Masum Cici, Nazlı Hilal gibi... Diğer kitapta olduğu gibi, bunda da yer yer serpiştirilmiş felsefik söylemler var. Yani çok sevilen bir betimlemeyle: güldürürken düşündüren bir kitap ;)

Özellikle aşağıdaki cennet ve cehennem tasviri de beni hayli etkileyip güzel güzel düşündürdü:


"Velhasıl dünyada bir cennet inşa edersen, ölümle cennete yatay geçiş yaparsın. Asıl hayat cennettedir. Demek ki dünyada mümkün olduğunca yaşatmaya bakmak gerek. Fidan dik, kuş besle, evlat büyüt, umut ve sevinç aşıla... İnsanlar senin yanındayken kendilerini cenneteki gibi kınanmayan, yadırganmayan, dışlanmayan aksine ödüllendirilen, yüceltilen, hoşnut edilen, ikramda bulunulan konumunda, özgür hisserderlerse sen, bulunduğun yeri cennete benzetmişsin demektir. Cennetin inşaatında bir mühendis, mimar, usta, kalfa ya da işçi olarak çalışıyorsun demektir. Yok eğer öldürürsen, yaşatmazsan, beslemezsen, yaşama azmi aşılamazsan; insanlar senin yanında kendilerini cehennemin dumanında boğulur gibi sıkıntılı, üzgün, baskılanmış, boyunduruk altında, kısıtlanmış, suçlu, mahcup, rahatsız, cezalandırılmış, mahrum... hissederlerse, sen cehennem kurmuşsun demektir. Zebanileşmişsin. Burada kendi ellerinle bina ettiğin cehennemden, öldüğün anda yatay geçişle ahret cehennemini boylarsın."

Düşüncenin güzelliğine bakın... Pırıl pırıl bir zihin ve kalbin karışımından çıkmış olmalı bu kelamlar... 

Evet, böyle takılıyorum işte ben bu günlerde... İngilizce kitap hedeflerim biraz daha bekleye dursun, ben ana dilin ev baklavası tadında oldukça mesudum. Bu kapağı bile eğleneli olan kitabı ise, benim gibi bir ruh hali içinde olanlara şiddetle tavsiye ederim.







14 Ekim 2013 Pazartesi

Hamile ve Emziren Annelerin Kıyafet Sorunsalı

Efenim, vakti zamanında bu konuda çok dert yanmış bir hamile-anne olarak sevgili arkadaşım Burcu'nun önerisiyle kendimce bulduğum çözümlerini şimdi paylaşma vaktinin geldiği kanaatindeyim. (Nasıl bir girizgahsa artık...)

Bir kere, hamile olunca insan artık birçok kıyafetin kendine yakışmadığını düşünüyor. Aslında asıl mesele, kendine doğru kıyafetleri bulamamış olması. Zira hamile kadın, hala eski dolabını tırtıklamaya devam ediyor çoğu zaman. Eh haliyle, ayda en iyimser tabloyla 1-2 kilo alan hamile için, eski kıyafetleri zorlamak çoğu zaman beyduhe bir çaba. Ancak komple mi kaldırıp atılacak dolap, elbette ki hayır. Burada hamilelere, dolaplarındaki beli lastikli ve likralı etek ve pantolonlarını ayırmalarını tavsiye ederim. Ben hamileliğimde çok fazla kilo almadım (yaklaşık 10,5 kilo) ve belirttiğim etek ve pantolonları göbeğin altına çekip rahatça kullandım. 

Yine dolaptaki robadan dikişli elbise ve bluzlar gayet rahat kullanılabilir. Yine tayt, eğer bedeni oluyorsa hamilenin dolabına cuk diye oturur. Ek olarak geniş kesimli t-shirt ve kazaklar da değerlendirilebilir.

Şimdi gelelim hamile dolabının olmazsa olmazlarına:

1. Tayt (gardroptaki en güzide parça)
2. Geniş tunikler
3. Robadan elbiseler
4. Geniş kesimli kazaklar
5. Rahat bir terlik
6. Topuksuz rahat bir ayakkabı
7. Robadan bluz ve gömlekler
8. Likralı etek ve pantolon ve şortlar (hamileler için özel olarak üretilmişlerden de edinilebilir)
9. Tulum
10. Geniş bir hırka

Yine çok fazla alışveriş yapmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Dolaptaki kıyafetler elenip eksik parçaların bir listesi çıkarılırsa, hem fazla tüketimden kaçınılmış olur, hem de isabetli alışveriş yapılır kanaatindeyim. Bu arada hamile ve emziren anne kıyafetleri, piyasaki diğer tekstil ürünlerine göre oldukça pahalılar. Bu sebeple hamilelerin alışveriş yaparken, illa ki bu özel üretimli kıyafetlere yönelmeleri gerekmiyor. Hatta bu özel üretimli kıyafetler, çoğu zaman oldukça büyük kesimli oluyorlar. Kendi hamileliğimde, pantolon ve eteklerin en küçük bedeni bile büyük geldiğinden kullanamamıştım. Bu sebeple hamilelere, herhangi bir mağazdan benzer ürünleri bulduklarında kaçırmamalarını tavsiye ederim. 

Yaz hamileleri (son 3 ayı bahar-yaza rastlayan), kış hamilelerine göre kesinlikle daha şanslılar bu konuda. Ben de bir yaz hamilesiydim. Hatta eşim bana "yaz pengueni" adını takmıştı ;) Robadan elbiseler ve biricik rahat terliğimle bütün bir yazı geçirmiştim. 

Alışverişte Püf Noktaları: 

Hamile iken alınan elbise, bluz ve pijama üstlerinin önden düğmeli olanları tercih edilmeli. Çünkü hamilelik bitip emzirme dönemi başladığında, bu kıyafetler yine değerlendirilebilir. Yine özel üretimli ürünler tercih edilecekse, hem hamile, hem de emzirirken kullanılabilen ürünler, daha avantajlı. 

Alışveriş yapmadan önce www.leileo.com adresine, happy milk markası ürünlerine, yine Gebe markası ürün kataloglarına bakılabilir. Genel olarak anne, hamile ve bebek alışverişlerinde internet çok avantajlı olabiliyor.

Tüm hamile ve annelere sevgiler... 



12 Ekim 2013 Cumartesi

Annenin Gardrobu

Malum, kurban bayramı tatiline girmiş bıulunmaktayız. Sizi bilmem, ama biz bu tatil bayramcıyız. Eşim ve ben, anne-babaların her ikisinin de Ankara'da olmasını fırsat bilip toplu bir ziyaretle bir taşla iki kuş vurma niyetindeyiz. Nitekim dün sabah bu niyetlerle sabahın 6:30'unda kalkmış ve fakat ancak 11:00'de tekeri döndürmüş idik. Nasıl mı geçti zaman? Her zamanki gibi şıp diye :) 

Neler mi yaptık, konusu ancak "annenin sabah maratonu" isimli oldukça uzun bir yazı ve hatta bir yazı dizisinin konusu olabileceğinden, burada hiç bahsetmeyeceğim. Sadece, annenin umutsuzca kendine valiz hazırlama çabası ve bu vesileyle yüzleştiği gardrobuna değineceğim.

Evet, dün sabah bir kez daha gördüm ki, doğru düzgün hiçbir şeyim yok. Onca kıyafetin arasında beni rahat ettirecek, tak çık giyilmeye müsait ve birbiri ile ahenk içinde dans edecek parçalar yok. Parçaların her biri, kendi içinde bir cumhuriyet. Evet, çoğu güzeller ama yalnızlar ne fayda. Dolapta, haremde sırasını bekleyen cariyeler gibi, hüzünlü bir bekleyiş içindeler. Ah bir keşfedilseler... (Hepimiz Muhteşem Yüzyıl mağdurlarıyız; bellek dediğin hemen temizlenmiyor ki :)) Baksan, " o kadar eşya içerisinde giyecek birşey bulamadın mı", diye ahkam kesilesi bir durum. Fakat göründüğü gibi değil işte hiçbirşey. Bir defa benim kıyafet sorunsalımın geçerli sebepleri var. Şöyle ki;

1. Önceden (acaba hangi haleti ruhiyeyle) satın aldığım birçok kıyafeti artık beğenmiyorum. Daha doğrusu kendime uygun bulmuyorum. (Eh haliyle, 20'li yaşlarda giydikleri ile 30'lu yaşlarda giydikleri fark ediyor insanın). Bu bağlamda, gardrobumdaki birçok parçanın artık son kullanma tarihi geçmiş durumda; çöp...

2. Dolaptaki parçalar birbirini tamamlamıyor. Atıyorum, o 6 ay önce aldığım nar çiçeği muhteşem şifon gömleğimin altına, üstüne giyecek şey bulamıyorum. Gençliğini kapalı kapılar ardında çürütüyor zavallı gömleğim. Ayrıca olmazsa olmaz "basic" tamamlayıcılar da eksik bende. Dolayısıyla bir türlü kombinlenememe durumu hakim... 

2. Hayatım değişti. Ben de değiştim. Artık bebekli ve 5 dakikanın dahi kıymetli olduğu bir hayatım var. Daha rahat ama şık kıyafetlere ihtiyaç duyuyorum. Misal, dolabımdaki birçok ayakkabı topukludur. Çünkü b.ö (bebekten önceki) hayatımda, düz taban giymek, düz taban olmak gibi bir algıya sahipti bende. Spor ayakkabının bile topuklusunu arardım. Şimdi ise, tam tersi bir algıya sahibim. Hatta öyle ki, topuğu birçok yerde çok fuzulü ve çirkin buluyorum. (B.s hayatıma uyum sağlamanın bir tık ötesine de geçmiş olabilirim ;)) Uzun lafın kısası, artık beni aynanın karşısında saatlerce oyalayacak, kafamda soru işareti bırakacak cinsten "riskli" kıyafetler yerine, güzelliğinden ve şıklığından emin olduğum, rahat ve daha uyumlu mizaçlı kıyafetleri tercih ediyorum. 

Yeni stilimde bunlar da in ve out'larım:

Şıklık in, şatafat out; rahatlık in, salaşlık out; çekicilik in, gösteriş out; bakımlı olmak in, makyajlı olmak out; sade dolap in; kalabalık dolap out.

Şimdi gelelim bu yeni "anne stilinin" basic gereksinimleri, olmazsa olmazlarına...

1. Lacivert skinny veya streç jean 
2. Açık mavi, belki taşlanmış, yine dar paça, sigara model jean
3. Trençkot (tercihen krem rengi)
4. 2 adet spor ayakkabısı
5. Düz taban veya hafif topuklu mevsimlik bir ayakkabı
6. Siyah bir ceket (tercihen penye kumaştan da olabilir)
7. Beyaz body ve t-shirler
8. Şifon renkli gömlekler
9. Siyah ve alternatif olarak gri tayt
10. Siyah bir elbise
11. Siyah hafif topuklu bir çizme

Yukarıda saydığım olmazsa olmazlar, elbetteki etek, elbise, hırka çeşitleriyle renklenip çiçeklenecektir. Ancak fazla abartmamalı ve sade dolap mottomuzu unutmamalı. 

Zira yaşayış olarak fazladan tüketimin her türlüsünden kaçınmaya çalışırım. Ancak türlü yerlere girip çıkarken lazım olan eşyayı, sonra sıkıntıya düşmemek adına, edinmek de gerekir. O yüzden dolabımı komple elden geçirip uzun bir süre rahat etmek istiyorum. Ben bu yazıyı yazarken, kendime bir alışveriş listesi de yapmış oldum. Şimdi, bilinçli bir tüketici olarak gidip gereğini yapacağım ;)






7 Ekim 2013 Pazartesi

Oğluma Mektup

Sevgili oğlum,

Neden uyumuyorsun? Daha doğrusu, sen bir şekilde uyuyorsun da, neden anneni uyutmuyorsun? Yazık değil mi ona, o da bir can. Hem o senin annen. Senin için daima en iyisini isteyen ve bunun için en çok çabalayan... Biraz kıymet bil. Anneyi bol keseden harcama; bir düşün, ileride de lazım olacak bu kadın sana. Uzun lafın kısası, onu şimdiden tüketme.

Annen bu güne kadar hep, "biraz daha büyüyünce uykusu da kendiliğinden düzelir", diye bekledi. Hayallendi işte kadıncağız. Onun umutlarını boşa çıkarma, hayallerini yıkma. Biraz düşünceli ol. Kendinden başkasını da bir düşün.

Annen ki, oğlunun uyku düzeni otursun diye o kadar fedakarlık yaptı, ki hala yapıyor, insan bari bunların kıymetini bilir. Yapılmadık ne bıraktı sana annen? Her akşam ılık banyolara mı sokmadı, her akşam Mozart'ın baby versiyonunu mu dinletmedi (ki artık öyle koşullanmış ki, duyduğu anda esnemeye başlıyor), Peppe'ye süt mü içirmedi, daha neler neler... Her akşam bir seremoni, her akşam bir tiyatro... Sırf sen şu gece olayını bi anla da, deliksiz bi uyu inşallah, diye... Peh...

Hem artık sen büyüdün, çocuk değilsin. Şunun şurasında 14 aylık koca bi dana oldun. Biraz yetişkin gibi davran. Daha önce hiç aklına gelmedi sanırım ama, biz yetişkinlerin de uykuya ihtiyaçları var. Hem de en az 6 saat; üstelik deliksiz. Şaşırdın değil mi? Şaşırma, biraz da etrafında olup bitenlerin farkında ol; bu kadar kendine dönük yaşama.

Sonra... Sanki artık süte ihtiyacın var... İçeceğinden de değil; çok buldun Peppe'ye içiriyorsun. Seninkisi dudak tiryakiliği oğlum. Bırak bu işleri... Maddesel de olsa, fiziksel de olsa, bağımlılığın her türlüsü kötü. Her seferinde memeye tamah etme. Biraz iradeli ol. O olmadan da uyuyabilirsin. Bak, o kadar insan nasıl uyuyor?

Bir de geceleri sürekli bebefondan seni dinliyoruz; sürekli bir gelin de birlikte muhabbet edelim çağrısı... Hayatımızda artık telefonun yerini bebefon aldı oğlum; bebefonu telefondan daha sık kullanır olduk yeminlen... 

Uyuduktan sonra sürekli seslenip bizi kontrol etmene de lüzum yok. Biz seni bırakıp bir yere gitmiyoruz ki oğlum. Bütün bebeleri çağırıp evde parti verdiğimiz falan da yok. Aklın kalmasın  yani bizde. İki çift muhabbet edeceğiz babanla, onu da çok görüyorsun. Bu yaşta daha, hep bana, hep bana...

Son olarak... Gece uyandığında illa ki anneyi istemeler falan.. yakışmıyor sana. Tamam, başından beri bu konuda ben de sana hak veriyor ve tekrar alıştığın kucakta uyutulmanın cümlemiz için daha hayırlı olacağını düşünüyordum. Fakat insanlar değişirmiş oğlum; ben de değiştim. Baban uyutsa ne olur yani, hem belki seversin sen de, bi dene. Bu kadar peşin hükümlü olma. Ayrıca dediğim olacak diye bağırıp çağırmana, baban çok alınıyor haberin olsun. Adamcağız çok içerliyor bu duruma...

Canım oğlum... Bu mektubumdan sonra beni daha iyi anlayacağını düşünüyorum. Seni seviyor ve sana huzurlu, tatlı rüyalı, mis kokulu, derin ve deliksiz uykular diliyorum.

Annen Oya
 


2 Ekim 2013 Çarşamba

İnsanın Şiddetle Sınavı

Bugün, rutin kontrolüm için hastanenin bekleme koltuklarında oturmuş randevumu beklerken, yan tarafta duran gazete yığınlarını şöyle bir karıştırdım. Normalde 3. sayfa haberi okumayı sevmem, hatta hemen atlarim o sayfayi. Fakat bu defa gözüm bir habere takıldı ve daha ben, "dur, okuma onu" diyene kadar gözüm okuyuverdi. Okumaz olaydım... 

Gazetede, 10 aylık bir bebeğin, baba dayağı sonucu zihinsel engelli kaldığı yazıyordu. Ağladı diye, öfkesine hakim olamayan bir babanın, minik yavruyu alıp fırlatması ve yavrunun kafasına darbe alması sonucu oluşan bir "engel"... Öyle bir engel ki, geçmeyecek... Öyle bir engel ki, kaderi değiştirecek... Yavruyla beraber yaşayan anne vb. kişilerin hayatındaki değişiklikten bahsetmiyorum bile. İçim, şiddet, çaresizlik ve isyan duygularıyla kaynadı birden. Çünkü düpedüz yağma bu... Yavrunun doğuştan sahip olduğu sağlıklı hayatın ve geleceğin ona sunacağı imkanların zorbalıkla elinden alınması...

Suçlu baba şimdi yargılanıyormuş. Fakat neye yarar ki? Kime fayda? Farz edelim ki, adam pişman oldu, ıslah oldu, tövbe etti; yine de tüm bunlar o minik yavrunun sağlığını geri getirecek mi? Verilecek hiçbir ceza, bu talihsiz durumu düzeltmeye yetebilecek mi? Tüm bunlara rağmen, her ne kadar karşılığı olmayacaksa da, adam yargılanmalı ve cezasını çekmeli elbette.

Peki insanın bu şiddet karşısındaki acizliği ne olacak? Evet, her insanın içinde iyi de, kötü de var; kabul ediyorum. Fakat insan olmanın bedeli zaten bu. İnsan, yine de iyi tarafta kalmayı becerebilmeli. Mümkün olduğunca... Çünkü irade bu yüzden insanda var. Meleklerin insanın önünde secde ermesi boşuna değil. Bitmeyen bir sınav bu. Hakikaten zor iş; özellikle yeterince sevgi görmemiş ve çocukluğunda bir şekilde şiddetle tanışmış, kötüye meyleden "olağan şüpheliler" için. Bir türlü uslanmayan bu gibilerin hakkı hep kötek (ceza) olacak ve olmalı da maalesef...

Ancak cezanın yapamadığını sevgi de yapabilir-di pekala. Fakat yontarak değil de, eğerek. Henüz daha yaşken, anne babanın koltuğu altındayken... Neticede hepimiz,  dünyayı ilk anne babamızın gözünden gören, hayatı yaşadığı o küçük evden ibaret sanan çocuklar değil miyiz? Ve bütün çocukların ne kadar inançlı ve akıllı olduklarını, kendimizden bilmez miyiz? Öyle inançlı ki, hayatının o zamanki kahramanı anne ve babanın öğrettiklerini sorgusuz sualsiz kabul edecek ve öyle akıllı ki, yine anne babadan gördüklerini hemen taklit edip uygulayacak kadar... Sonra büyüdük tabii... Kimimiz mutlu, kimimiz küskün, kimimiz kızgın, kimimiz utangaç "büyük" çocuklar olduk. Ruh durumumuza göre farklı farklı işlerle meşgulüz. Kimimiz, vatana millete hayırlı işler yaparken, kimimiz evde karısını dövüyor. Kimimiz istemediği bir işte üç kuruşa dirsek çürütürken, kimimiz hayallerinin peşinde koşuyor. Tüm bu halet-i ruhiye hallerinin türlü türlü sebebi var tabii. Fakat çocukluktan gelen sebepler hiç unutulmuyor. 

Anne babalık en çok da bu yüzden dünyanın en zor işi. Sorumluluk çok büyük... Yetersiz anne babalıkla toplumun suç/mutsuzluk oranları arasında doğrudan bir ilişki var kesin. Hatta bu ilişki istatistiksel olarak saptanmış bile olabilir, bilemiyorum. Bildiğim şu ki, anne babalar çocuklarının hayatında her taşın altından çıkabilir ve farkında bile olmadan birçok şeyin sebebi olabilirler. Bu yüzden anne babaların bilinçli olması çok önemli.

Son olarak dileğim, tüm minik yavruları, hayvanları ve kendini koruyamayacak konumda olanları Allah korusun, kollasın. Amin.

29 Eylül 2013 Pazar

İlk Adim

Heeeeeyyy, duyduk duymadik kalmasin. Panayırlar, şenlikler kurulsun. Davullar, zurnalar çalsın. (çok severmişim gibi :)) Herkese bizden çay söylensin. (Bak o olur) Çocuklara şeker dağıtılsın. Balonlar uçurulsun...

Evet, içimde bayram sevinci var. Ateş kuşumuz ilk adımını attı bugün Caddebostan Sahili'nde. Zaten bir süredir  tutuna tutuna yürüyordu, sıralıyordu; fakat daha ilk adımını atmamıştı henüz. Ama bugün... Aşağıda fotoğraflarda da gördüğünüz gibi, tutunduğu bir mantardan diğerine desteksiz, tek başına yürüdü. İnsanlık adına küçük, ama onun için büyük bir adımdı. :) 

İnsanın yetişkin, kabiliyetli versiyonu için bunlar çok abartılacak mevzular değil belki. Ama o küçük varlık için, bu çok heyecan verici bir deneyim. Sinem Olcay Kademoğlu Annenin Rehberi isimli kitabında, yürüme olayını yetişkinler için uç-a-bilmek nasıl bir deneyim olacaksa, bebekler için öyle heyecan verici olduğunu belirtmiş. Hakikaten öyle... Sevincini ve "haklı gururunu" :) gözlerinden okuyabiliyorsunuz. Tabii bu olaya şahit olmuş anne babanın haklı gururunu da, bu şekilde taşkın bir post'ta okumanız pekala mümkün :))

Sizlere de gün- aydın olsun!


27 Eylül 2013 Cuma

Ne İçin Yaşamalı?

Ara ara bir düşünce yokluyor beni bu günlerde. Bakıyorum, iş güç, çocuk, ev, koşturup duruyoruz. Sorumluluklarımızın ağır bastığı bir dönemdeyiz. Kabul. Hayat bu; hep böyle olacak değil ya, diyorum. Dönem dönem farklı durumların ön plana çıkmasını normal karşılıyorum. Hatta biraz daha abartayım, sorumluluklarımın birçoğunu seviyorum. Çünkü sorumluluklar, yaşanırken can sıksa da, uzun vadede hep kalıcı ve olumlu izler bırakıyor insanda. Hakikaten insanı sorumlulukları büyütüyor bir yerde. Büyütüyordan kastım, yaşama sevincini söndürüyor, hayata küstürüyor değil elbette :) Farklı şeyler düşündürüyor. Farklı bir gözlük veriyor insana; daha geniş bir açıyla, daha net gösteren... Fakat hayat sorumluluklardan da ibaret değil tabii ki... Ümit Boyner, nerde okuduğumu hatırlayamadığım bir röportajında, "hayat, sorumluluklardır", demiş. Bu cümle, içimde bir hazımsızlık yarattı; tok, ağır yapısı mideme hiç uymadı. Bana göre fazla sıkı bir öğün bu, fazla diyet. Fazla sağlıklı diyemeyeceğim, fazla diyet. Sanki bir dilim taze tam buğday ekmeği ile bir dilim ezine peyniri yerine, kupkuru, kepekli 2 galetayla tadı kötü az yağlı peyniri tercih etmek gibi. Fazla kasmak, zorlamak gibi işte... 

Böyle bir hayatta haz nerede? Hazzin kimyasinda özgürlük var çünkü, biraz başına buyrukluk, serserilik var... (Gülmeyin, serserilik de bir ihtiyaç. O pek mülayim hanım kızın içinde kim bilir ne fırtınalar kopar.) Neticede kendine dönük bir eylem, haz almak. Sorumluluk ise daha farklı. Hausaufgabe :)) 

İnsan sorumluluklarından da haz alabilir mi peki? Aslında kadın denen insan türü için, daha mümkün bir durum bu. Çünkü kadınların tutkulu, sahiplenici, multitasking özellikleri bir yandan sorumluluk almalarını kolaylaştırırken, aldığı sorumluluklarını güzelce yerine getirmek de, diğer yandan onların mükemmelliyetçiliğini beslemekte.  Belki de bu sebeple iş dünyasında kadınlar bazı pozisyonlar için daha çok tercih ediliyorlardır. Neticede, yine de sorumlulukların layıkıyla yerine getirildiğinde hissedilen tatmin duygusuyla, bahsettiğim haz duygusu pek tabii ki aynı şey değil. Biri (fark etmesi güç bile olsa) egoya hizmet ederken, diğeri ruhu beslemekte, şımartmakta. Birisi ağustos böceğiyse, diğeri karınca. Biri hayta ise, diğeri sınıf başkanı. Biri günlerden cumartesiyse, diğeri pazartesi (hatta pazar; daha kasvetli) Biri gereklilik kipi -meli, -malı, diğeri istek kipi -se, -sa. Bilmem örneklerimle yeterince anlatabildim mi efenim?  

Fikrimce hayattan haz almak, oldukça önemli bir kavram, hayatın anlamı mertebesinde. Odun ateşinin hiç sönmemesi için sürekli beslenmesi de gerekmekte. Burada tabii hedonist yaklaşımlarla haz peşinde koşmaktan bahsetmiyorum, takdir edersiniz :) Lütfen birbirimizi yanlış anlamayalım arkadaşlar. Ha, şunu da söyleyim; burada derdim birbirine gıcık sorumluluk ile hazzın arasını bulmak da değil. Orası beni hiç ilgilendirmez.

Ben yalnızca diyorum ki, sorumluluklar nasıl ki insanı büyütüyorsa, hayattan haz almak da insanı çocuklaştırıyor. Ve insanın ikisine de ihtiyacı var bu hayatta. Hayatı, doğayı, insanı ve kendini daha iyi anlayabilmek için sorumluluklara; şu güzel hayatın tadını çıkarmak, varolmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmek, kalbi şükranla dolmak ve gözleri mutluluktan parlamak için de hazza ihtiyacı var. 

Çünkü fikrimce yaşamın amacı anlamak ve kutlamak olmalı. Fakat zaman her ikisi için de gerçekten kısa...

Hamiş: Herşey boş; eğlen coş :))) (değil tabii ki, yanlış anlamışsınız ;))

Not: Fotoğraf çalışması, tamamen konudan bağımsızdır.

24 Eylül 2013 Salı

Bakıcı Meselesi

Her çalışan annenin kafasında asılı duran bir çengeldir bu konu. Ne kadar konforlu durursa dursun, bir türlü rahat edilemeyen bir koltuk gibidir. Annenin zayıf karnıdır. Bir iç hesaplaşmanın ürünüdür. Bu haliyle her annenin kendine göre mutlaka geçerli sebepleri vardır. Konu hakkındaki tecrübelerimi ve naçizane görüşlerimi ben de paylaşmak isterim. 

Öncelikle belirtmek isterim ki, burada yazdıklarım, çalışsın çalışmasın, hiçbir anne türüne övgü veya yergi içermemektedir. Her annenin tercihi, yaşanmışlıkları ve koşulları birbirinden farklıdır; bu yüzden hepsinin ayrı ayrı anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ben olayın, tecrübe ile harmanlanmış felsefik boyutunu ele alacağım. Şöyle ki; (bu dilekçe formatında yazmak, mesleki deformasyon olsa gerek :))

Öncelikle kendi durumumdan bahsedeyim. Ben, olabilecek en  esnek şekilde çalışan, şanslı annelerdenim. Bunun için hergün şükrediyorum. Kendi ofisim var ve işlerimi oradan idare ediyorum. Sabah çok acil işim yoksa, çocuğu uyutup öyle işe gidiyor ve akşam da en az 2,5 saat doya doya birlikte oynayacak şekilde erken işten çıkıyorum. Yine minnoşu yatağa ben yatırıyorum. Bu portrede, minnoşun sabah kahvaltısını ve akşam yemeğini ben yediriyor, sabah ve akşam uykularına onu ben yatırıyor, yine sabah ve ö.sonra park vs. aktivitelerini onunla birlikte yapıyoruz. Keza işim evime oldukça yakın; acil bir durumda bir koşu gidebilecek konumdayım.

Doğumdan sonra işe geri dönüşüm, yavrunun yaklaşık 3,5 - 4. aylarına denk geliyor. O tarihlerde annemin bizimle birlikte olması, yukarıda saydığım avantajlar ve artık işin başına geçmezsem, o kadar emek vererek kurduğum işimi ve sağladığı avantajları kaybedecek olduğum gerçeği, beni haklı çıkarır mı bilmiyorum ana benim haklı sebeplerimi oluşturmakta. ;)) Tabii eklemek gerekir ki, çalışmayı ve faal olmayı da seviyorum.

Sonrasında, annemin dönüşünün zorunlu olması ve yeni bakıcımız ile geçirdiği 1 aylık oryantasyon sürecinden sonra, yavruyu bu defa, 18'lik becerikli ve güleç ablamıza teslim eder olduk. (Böyle düşününce, yavrunun bir şekilde "bırakılıyor" olması durumu, şu anda burnumu sızlattı)

Yavrumuz şunan 13,5 aylık ve bu tarihe kadar sağlığı, gelişimi, neşesi yerindeydi çok şükür. Bunda ablasının payı büyük ve (sonrasında bize yamuk bile yapmış olsa) ben bunu önemsiyorum. İçimden (ve dışımdan :)) "Allah razı olsun", demekten başka birşey geçmiyor. Velhasıl, ablanın yaptığı yamuk sonrasında, bayram dönüşü yeniden, yavrunun bakımını anneannesi üstlenecek. Çok şükür yine ortada kalmadık. Dahası Montessori'nin allahı geliyor, daha ne isteyim :) (fakat bu başka bir yazı konusu, dağıtmayalım)

Artık fasülyenin faydalarına gelmek istiyorum :) 

Nitekim, bahsettiğim kendi kısa öykümüz bile bir fikir vermekte aslında. O kadar olumlu şarta rağmen, birşeyler tam değil işte. Sandalyenin bir ayağı kısa, tıngırdıyor. Her an düşebilirsin sanki, sürekli kendini tehlikede hissettiriyor. Bir türlü tam güvenemiyorsun. Onu mutfağının baş köşesine oturtman, üstüne minder bağlayınca evcimen görünümüne aldanman ve onu evinin bir parçası haline getirmen dahi, sandalyenin eğretiliğini değiştirmiyor. Bir ayağı kısa sandalye, eğreti işte... Bakıcı da ona keza, eğreti anne... 

Çünkü değişmez bir gerçek var. Yavru, en az 2 (normal şartlarda 3) yaşına kadar bakıma ve anne şefkatine muhtaç. Adı üstünde "anne şefkatini" bir bakıcı ne kadar verebilir? Keza hangi tecrübeli kişi, bir bebeği annesinden daha iyi anlayabilir? Bakıcı annenin yokluğunu oldukça güzel bir şekilde kamufle etse de (ki bakıcıyla derin bağlar kuran çocuklara da şahit oluyoruz), o çocukların anneleriyle olmaları halinde nasıl olacaklarını, ve belki nasıl çiçek açacaklarını bilmiyoruz.

Evet, bu şarkı bana gelsin. Zira ben de çalışan bir annenin çocuğuydum. Fakat bunun hikayesi de öyle uzun ki, o da başka bir yazının konusunu oluşturabilir ancak. Devam edeyim...

Aslında ben, doğaldan uzak her türlü "oldurmaca"nın, doğalı kadar iyi olmayacağını düşünüyorum. Boyalı saç gibi... Evet, yakıştırırsan yine güzel olur ama hiçbir zaman doğalı kadar parlak ve sağlıklı olmaz. Çünkü yalnızca sağlıklı saç parlar :) Veya en iyi versiyon bile orjinalinin yerini tutamaz. 

Anne de, bebeğin bakımında ilk akla gelecek kişidir. Doğa öyle uygun görmüştür ve en sağlıklısı budur. Anne olmanin sorumluluğu bunu gerektirmektedir. Yerine konan ikame araçlar, bir yerde fire verir veya dikiş bir türlü tutmaz, kaynamaz. Misal:

- Çocuk ile bakıcının elektriği tutmaz (halbuki çocuk hiçbir şekilde anne ile böyle bir sorun yaşamaz)

- Zorlama şefkat ve sevgi olmaz. Bakıcıya bunu öğretemezsiniz. O artık şansa, kısmete kalmış olur.

- Çocuğun yükü bakıcıya ağır gelebilir ve bakım vermede isteksizlik yaşar (anne bile yeri gelince öf diyorsa..)

- Bakıcı için bebek bakmak, neticede bir iştir. Taksitlerini ödeyince, daha iyi şartlarda bir iş bulunca veya en basitinden sıkılınca işi her an bırakabilir.

- Bakıcı ağzıyla kuş tutsa da, anne için yeterli gelmeyebilir. Çünkü her anne, çocuğu için en iyisini ister ama paradoks burdadır; en iyisi kendisidir.

Bu liste böyle uzaaar gider... Şartlar uygunsa, imkanlar elveriyorsa ve en önemlisi anne de istiyorsa (çünkü annenin  mutluluğu herşeydir), fikrimce en iyi senaryo çocuğa (0-2 yaş arası) annesinin bakması ve ilave olarak annenin de arada soluklanabilmesi için, bir yardımcısının (bu pekala anneanne veya babaanne de olabilir) olmasıdır.

Dedim ya, en iyi senaryo ;)

22 Eylül 2013 Pazar

Bugun Cocuktan Ne Ogrendin?

Malum her gecen gun birseyler ogreniyoruz. Fakat cocuk, bambaska bir ogretmen, resmen ayna... (Severek takip ettigim bloglardan birinin ismidir "Minik Aynam") O o kadar saf, pür-i pak ki, onun karşısında birden çıplanıyorsun, tüm bahaneler çürüyor. Bir de insan yüzüne vurulunca, sanki daha bir iyi anlıyor. Nitekim, bugün de aslında bildiğim bir durum yüzüme vuruldu. Konuya giremedim daha yalniz :)

Hamiş: İnsanın sinirlenerek verdiği tepkiler ve dahası sinirlenmesi, çoğunlukla durum veya kişi ile ilgili olmayıp içteki bir zayıflığın ifrazatı oluyor.


21 Eylül 2013 Cumartesi

Annelik Zamanın Kıymetini Bilmektir

Evet... Bu iddialı cümlenin hakkını vermektir. Şimdide daha çok kalmak, geçmişi daha gülümser anmak, geleceğe daha iyimser bakmaktır. Zamanı üç formda da yeniden yorumlamaktır annelik. Çünkü bebekli hayat öyle hızlı akıp gider ki, (ki çocuğun 3 yaşına bastıktan sonra zamanın daha da hızlı aktığı söylenir) içinde olunan zaman birden kıymete biner. Ne yapsam telaşına düşer taze anne. Hem çocukla geçirilen, hem de çocuktan ayrı geçen zamanda, maksimum fayda peşinde koşar; anı değerlendirir. Misal:

- Akşam çocukla birlikte geçireceği 2,5 saati özel bir seansa dönüştürür (çocuk her gün görse de, o yüz eskimez ;))

- Çocuğun on yüz bin tane fotoğrafını çekip, o geçirilen anları bir de ölümsüzleştirir.

- Çocuğun kucağında uyuduğu vakitlerde, kulaklıkla müzik dinler; blog yazar; sosyal ağlarda takılır.

- Yolda yürürken müzik dinler; oturuyorsa kitap, dergi okur.

- Keza, çorba karıştırırken kitap okumak da, yine enfestir.

- Süt sağarken, bir yandan da atıştırır;  internette surf yapar (bu tabir de neyse artık, beni hep güldürür); öyle ki bilgi avcılığında ustalaşır, kendi çapında ansiklopedik bir değer taşımaya başlar.

- Önceden "aman şurda 45 dk için gitmeye değmez" dediği yere, şimdi koşa koşa gider. Zira bilir ki artık, o 45 dk'da neler olur...

- Gani gani zamanının olduğu önceki hayatında not tutmazken, şimdi hayallerini bile not ettiği bir defteri vardır. Hatta bu defterini hep yanında taşır.

- Kendine kaçamak yarattığı kahve - çay molalarında kendini de bir güzel demler.

- İş yerinde 10 dakikanın bile kıymeti vardır; icabında 10 dakikada 3 tane mail cevaplanır.

Bu liste uzar gider... Çünkü Alice artık Harikalar Diyarı'nda değildir. Herşey ona kendi boyutlarında görünmeye başlamıştır. Önceden dev boyutta gördüğü olaylar, insanlar şimdi normal boyutlarına inmiş, keza önceden küçücük görünen kapılardan geçebildiğini gözleriyle görmüştür. Hayat aslında basit ve sandığından daha kolaydır.



20 Eylül 2013 Cuma

Vira Bismillah!

Bu bloğuma ilk post'umu gönderiyorum nihayet. Henüz hiçbir düzenlemeyi yapmadım. Yola koyulmak, dökülmek istiyorum. Hemen. İçinizde "Allah utandırmasın" diyecekler olursa, demesinler, tutsunlar kendilerini. Zira o cümle öbeğinden hiç haz etmem. Sanki iyi bir dilekten ziyade, bir küçümseme ünlemi gibi gelir. Siz de bir düşünün, bana hak vereceksiniz...

Eşimle evlendiğimizin ilk haftasında, eşim bir akşam elinde bir buket çiçek, bir de şampanyayla gelmişti. Çiçek buketinin üstündeki yazıda "vira bismillah" yazıyordu. Evet, o bir romantik :) ben de öyleyim. O yüzden, bu ilk post'umu, maymun iştahlılığıma bakmadan beni her girişimimde destekleyen eşime armağan ediyorum. Sıradaki şarkı da ona gelsin: Leonard Cohen / dance me to the end of life.

Başladım. Vira Bismillah!