28 Haziran 2015 Pazar

Sen Ne Zaman Büyüdün

Evladın büyümesine şahit olmak gerçekten enteresan bir duygu. Gözünün önünde de ondan fark etmiyorsun diye birşey yok. Öyle bir fark ediyorsun ki, ağzın bir karış açık kalıyor hem de. Biz genelde eşimle böyle durumlarda, ağzımız fiziki anlamda da ayrılmış bir şekilde birbirimize bakıp sanırsınız bu doğa olayı karşısındaki şaşkınlığımızı birbirimizin gözlerinden teyit ediyoruz. Evet, sen de gördün değil mi, ne müthişti değil mi, vay canına..! Sonra da bunu döndürüp döndürüp birbirimize tekrar anlatıyoruz. Ya, bak sen şu minnoşa ne dedi yaa, çok fena oldu çokk, yerim ben onu, kıyamam vb. vb vb. Ebeveynlik bir meslek olsa, bu da olsa olsa meslek hastalığı olurdu işte.

Bugün parkta oynarken yine benzer bir hissiyata kapıldım. Bizimki abilerle oynamayı sever ve yine bulduğu 6.5 yaşında bir abi ile canavarca oynamakta idi. Sonra bir anne ve kız bebeği de onların oynadığı (sayıların bulunduğu silindiri çevirmece-oyuna bak :)) yere geldiler. Kız bebek, annesinin desteği ile ağzında salyası tay tay çevirmeye çalışırken, bizimki yanındaki silindiri büyük bir hızla döndürdü. "Bakkk böööyeee işteeeee" dercesine. Ama öyle demedi. Eğildi, bebişin saçını okşadı ve "hiç meyak etme, sen de büyüyceksin, mamalayı yiyip yiyip sen de böööye büyükceksin" dedi. Biz orada bulunan iki anne koptuk  bu laflara. Tabiii sonra ben hemen yetiştirdim Nihat'a; seninki ne dedi yine biliyo musun, bıdı bıdı bıdı, yerim yaa, bıdı bıdı bıdı...

Ha bi de aynı gün, taksiden inerken koltuğun üzerinde sereserpe duran telefonumu görüp "annee teyefonunu unuttma" diye ikazda bulundu bana. Vay anasını... Daha düne kadar ben hatırlatırken, şimdi bana böyle...tereciye tere satmak gibi, yani...öğrenmiş işte...mülthiş birşey yaaa...gerçekten harika, bir doğa olayı gibi...

:))))) :))))) :)))))





27 Haziran 2015 Cumartesi

Just Do It!

Bu yazı daha çok kendimle konuşmaya dairdir; ancak isteyen anneler, yetişkin küçükler ve start çizgisinde düdüğün çalmasını bekleyen herkes faydalanabilir.

Son zamanlarda içine girmiş olduğum bir girdap beni dibe doğru çekerken, yapmamanın dayanılmaz ağırlığı tüm hayata bir sis bulutu gibi çökmüştü. Görüş alanı kısılmış, harekete dair garip bir anlamsızlık vücut bulmuştu. Sanki yapsan da ne olacaktı? Hiçbir şey yine tam olmayacak, eksik kalacak veya yarım bırakılacak ve akşamında yine yorgunluk olacaktı. 

Anneliğin, çocuklu hayatın, çalışan anne olmanın ve artan sorumlulukların tesiri altında böyle bir yılgınlık geliştirdiğimi söyleyebilirim pekala. Ancak sadece bunu söylersem de eksik kalacak. Çünkü hayatta her zaman dengenin şaştığı durumlar olabilir. O zaman basitçe müdahale eder ve teraziyi yeniden dengeye getirmeye çalışırsın. Buradaki durum ise biraz farklı, içinde ben'den ve geçmişten gelen görmezden gelemeyeceğim birşeyler de var. 

Bu duruma daha çok eylemsizlik, atalet diyebilirim. Hatta nitelikli atalet desem daha da şık olur. Çünkü bu atalet, kendini yapılması gereken rutin şeylerde değil, bizzat rutin dışına çıkmakta, fark yaratmakta, özüne yaklaştıracak yeni bir sıçrayışta gösteriyor. Öteden beri vardır zaten benim bu tür bir atalet problemim. Annelikte, her zayıf nokta gibi bu da daha çok su yüzüne çıktı sadece. Kafamda hep biriken parlak fikirler, içimde çağlayan bir heves, güç derseniz elhamdülillah diyeceğim (şu yaşımda artık var olduğunu biliyorum-çok şükür) sanırsınız ki bu bünyeden ancak bir kaplan çıkabilir. Halbuki ortaya çıkan genelde bir kediciktir. Siz şimdi kükreyecek diye bakarken o sadece "miyaavvvv" der :) Kafasını okşarsınız siz de, merak etme yapacaksın kedicik dersiniz, başka ne yapabilirsiniz ki. Halbuki o doğasını yaşamak ister, avının peşinden koşmak, pençelerini sakınmadan dünyaya meydan okumak ister. Ama sanki bunu nasıl yapacağını bilememektedir. Hani şu kartal hikayesi var ya kendini tavuk sanan, kendimi oradaki şaşkın kartala benzetiyorum bazen. İçimde hep yeri dolmayan bir boşluk, yapmam gereken şeyi yapmıyormuşum, olmam gereken yerde değilmişim gibi bir his, harekete geçmem gerektiği konusunda içsel bir dürtü, fakat aynı zamanda nerden başlayacağını bir türlü bilememe. Bu çelişkili oluş içinde öylece geçen zaman, arayış, gözlem, bilgi, bilgi, bilgi... Nereye kadar...? 

Bu arada, hayattaki beklentilerin çok farklı olabileceğinin, takdirin dışardan gelirken tatmin duygusunun ancak içerde yeşerebileceğinin de altını çizmek isterim.

Velhasıl, kartal olarak doğmak yetmez, kartal olarak büyümek de gerekir, uçabilmek için değil mi? Evet, doğru. Ama bunu bilmek de mazeret üretmekten başka bir işe yaramaz ki. Birşeyleri bilmek, zaten çözmek için hiç yetmez ki. Harekete geçmek gerek düğümü çözmek için önce, körebe de olsan oyunda olmak gerek. Akmak gerek hesapsızca, hayat götürmek toprağına ve sonra görmek belki yeşeren yerleri, nerelerden filiz verdiğini. Boşa da olsa atmak, eylemin kendisi olmak gerek. En çok da en sevdiğini yapmak... Gerisini ise koyvermek... 

Neticede kartal, tavuk, timsah, ceylan, çekirge ne olduğun hiç fark etmez. Tek fark yaratan gerçek, oluşa uygun adım yürümek. Bunun için de herşeyden önce adım atmak gerek. Değil mi?

Just do it!