29 Eylül 2013 Pazar

İlk Adim

Heeeeeyyy, duyduk duymadik kalmasin. Panayırlar, şenlikler kurulsun. Davullar, zurnalar çalsın. (çok severmişim gibi :)) Herkese bizden çay söylensin. (Bak o olur) Çocuklara şeker dağıtılsın. Balonlar uçurulsun...

Evet, içimde bayram sevinci var. Ateş kuşumuz ilk adımını attı bugün Caddebostan Sahili'nde. Zaten bir süredir  tutuna tutuna yürüyordu, sıralıyordu; fakat daha ilk adımını atmamıştı henüz. Ama bugün... Aşağıda fotoğraflarda da gördüğünüz gibi, tutunduğu bir mantardan diğerine desteksiz, tek başına yürüdü. İnsanlık adına küçük, ama onun için büyük bir adımdı. :) 

İnsanın yetişkin, kabiliyetli versiyonu için bunlar çok abartılacak mevzular değil belki. Ama o küçük varlık için, bu çok heyecan verici bir deneyim. Sinem Olcay Kademoğlu Annenin Rehberi isimli kitabında, yürüme olayını yetişkinler için uç-a-bilmek nasıl bir deneyim olacaksa, bebekler için öyle heyecan verici olduğunu belirtmiş. Hakikaten öyle... Sevincini ve "haklı gururunu" :) gözlerinden okuyabiliyorsunuz. Tabii bu olaya şahit olmuş anne babanın haklı gururunu da, bu şekilde taşkın bir post'ta okumanız pekala mümkün :))

Sizlere de gün- aydın olsun!


27 Eylül 2013 Cuma

Ne İçin Yaşamalı?

Ara ara bir düşünce yokluyor beni bu günlerde. Bakıyorum, iş güç, çocuk, ev, koşturup duruyoruz. Sorumluluklarımızın ağır bastığı bir dönemdeyiz. Kabul. Hayat bu; hep böyle olacak değil ya, diyorum. Dönem dönem farklı durumların ön plana çıkmasını normal karşılıyorum. Hatta biraz daha abartayım, sorumluluklarımın birçoğunu seviyorum. Çünkü sorumluluklar, yaşanırken can sıksa da, uzun vadede hep kalıcı ve olumlu izler bırakıyor insanda. Hakikaten insanı sorumlulukları büyütüyor bir yerde. Büyütüyordan kastım, yaşama sevincini söndürüyor, hayata küstürüyor değil elbette :) Farklı şeyler düşündürüyor. Farklı bir gözlük veriyor insana; daha geniş bir açıyla, daha net gösteren... Fakat hayat sorumluluklardan da ibaret değil tabii ki... Ümit Boyner, nerde okuduğumu hatırlayamadığım bir röportajında, "hayat, sorumluluklardır", demiş. Bu cümle, içimde bir hazımsızlık yarattı; tok, ağır yapısı mideme hiç uymadı. Bana göre fazla sıkı bir öğün bu, fazla diyet. Fazla sağlıklı diyemeyeceğim, fazla diyet. Sanki bir dilim taze tam buğday ekmeği ile bir dilim ezine peyniri yerine, kupkuru, kepekli 2 galetayla tadı kötü az yağlı peyniri tercih etmek gibi. Fazla kasmak, zorlamak gibi işte... 

Böyle bir hayatta haz nerede? Hazzin kimyasinda özgürlük var çünkü, biraz başına buyrukluk, serserilik var... (Gülmeyin, serserilik de bir ihtiyaç. O pek mülayim hanım kızın içinde kim bilir ne fırtınalar kopar.) Neticede kendine dönük bir eylem, haz almak. Sorumluluk ise daha farklı. Hausaufgabe :)) 

İnsan sorumluluklarından da haz alabilir mi peki? Aslında kadın denen insan türü için, daha mümkün bir durum bu. Çünkü kadınların tutkulu, sahiplenici, multitasking özellikleri bir yandan sorumluluk almalarını kolaylaştırırken, aldığı sorumluluklarını güzelce yerine getirmek de, diğer yandan onların mükemmelliyetçiliğini beslemekte.  Belki de bu sebeple iş dünyasında kadınlar bazı pozisyonlar için daha çok tercih ediliyorlardır. Neticede, yine de sorumlulukların layıkıyla yerine getirildiğinde hissedilen tatmin duygusuyla, bahsettiğim haz duygusu pek tabii ki aynı şey değil. Biri (fark etmesi güç bile olsa) egoya hizmet ederken, diğeri ruhu beslemekte, şımartmakta. Birisi ağustos böceğiyse, diğeri karınca. Biri hayta ise, diğeri sınıf başkanı. Biri günlerden cumartesiyse, diğeri pazartesi (hatta pazar; daha kasvetli) Biri gereklilik kipi -meli, -malı, diğeri istek kipi -se, -sa. Bilmem örneklerimle yeterince anlatabildim mi efenim?  

Fikrimce hayattan haz almak, oldukça önemli bir kavram, hayatın anlamı mertebesinde. Odun ateşinin hiç sönmemesi için sürekli beslenmesi de gerekmekte. Burada tabii hedonist yaklaşımlarla haz peşinde koşmaktan bahsetmiyorum, takdir edersiniz :) Lütfen birbirimizi yanlış anlamayalım arkadaşlar. Ha, şunu da söyleyim; burada derdim birbirine gıcık sorumluluk ile hazzın arasını bulmak da değil. Orası beni hiç ilgilendirmez.

Ben yalnızca diyorum ki, sorumluluklar nasıl ki insanı büyütüyorsa, hayattan haz almak da insanı çocuklaştırıyor. Ve insanın ikisine de ihtiyacı var bu hayatta. Hayatı, doğayı, insanı ve kendini daha iyi anlayabilmek için sorumluluklara; şu güzel hayatın tadını çıkarmak, varolmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmek, kalbi şükranla dolmak ve gözleri mutluluktan parlamak için de hazza ihtiyacı var. 

Çünkü fikrimce yaşamın amacı anlamak ve kutlamak olmalı. Fakat zaman her ikisi için de gerçekten kısa...

Hamiş: Herşey boş; eğlen coş :))) (değil tabii ki, yanlış anlamışsınız ;))

Not: Fotoğraf çalışması, tamamen konudan bağımsızdır.

24 Eylül 2013 Salı

Bakıcı Meselesi

Her çalışan annenin kafasında asılı duran bir çengeldir bu konu. Ne kadar konforlu durursa dursun, bir türlü rahat edilemeyen bir koltuk gibidir. Annenin zayıf karnıdır. Bir iç hesaplaşmanın ürünüdür. Bu haliyle her annenin kendine göre mutlaka geçerli sebepleri vardır. Konu hakkındaki tecrübelerimi ve naçizane görüşlerimi ben de paylaşmak isterim. 

Öncelikle belirtmek isterim ki, burada yazdıklarım, çalışsın çalışmasın, hiçbir anne türüne övgü veya yergi içermemektedir. Her annenin tercihi, yaşanmışlıkları ve koşulları birbirinden farklıdır; bu yüzden hepsinin ayrı ayrı anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ben olayın, tecrübe ile harmanlanmış felsefik boyutunu ele alacağım. Şöyle ki; (bu dilekçe formatında yazmak, mesleki deformasyon olsa gerek :))

Öncelikle kendi durumumdan bahsedeyim. Ben, olabilecek en  esnek şekilde çalışan, şanslı annelerdenim. Bunun için hergün şükrediyorum. Kendi ofisim var ve işlerimi oradan idare ediyorum. Sabah çok acil işim yoksa, çocuğu uyutup öyle işe gidiyor ve akşam da en az 2,5 saat doya doya birlikte oynayacak şekilde erken işten çıkıyorum. Yine minnoşu yatağa ben yatırıyorum. Bu portrede, minnoşun sabah kahvaltısını ve akşam yemeğini ben yediriyor, sabah ve akşam uykularına onu ben yatırıyor, yine sabah ve ö.sonra park vs. aktivitelerini onunla birlikte yapıyoruz. Keza işim evime oldukça yakın; acil bir durumda bir koşu gidebilecek konumdayım.

Doğumdan sonra işe geri dönüşüm, yavrunun yaklaşık 3,5 - 4. aylarına denk geliyor. O tarihlerde annemin bizimle birlikte olması, yukarıda saydığım avantajlar ve artık işin başına geçmezsem, o kadar emek vererek kurduğum işimi ve sağladığı avantajları kaybedecek olduğum gerçeği, beni haklı çıkarır mı bilmiyorum ana benim haklı sebeplerimi oluşturmakta. ;)) Tabii eklemek gerekir ki, çalışmayı ve faal olmayı da seviyorum.

Sonrasında, annemin dönüşünün zorunlu olması ve yeni bakıcımız ile geçirdiği 1 aylık oryantasyon sürecinden sonra, yavruyu bu defa, 18'lik becerikli ve güleç ablamıza teslim eder olduk. (Böyle düşününce, yavrunun bir şekilde "bırakılıyor" olması durumu, şu anda burnumu sızlattı)

Yavrumuz şunan 13,5 aylık ve bu tarihe kadar sağlığı, gelişimi, neşesi yerindeydi çok şükür. Bunda ablasının payı büyük ve (sonrasında bize yamuk bile yapmış olsa) ben bunu önemsiyorum. İçimden (ve dışımdan :)) "Allah razı olsun", demekten başka birşey geçmiyor. Velhasıl, ablanın yaptığı yamuk sonrasında, bayram dönüşü yeniden, yavrunun bakımını anneannesi üstlenecek. Çok şükür yine ortada kalmadık. Dahası Montessori'nin allahı geliyor, daha ne isteyim :) (fakat bu başka bir yazı konusu, dağıtmayalım)

Artık fasülyenin faydalarına gelmek istiyorum :) 

Nitekim, bahsettiğim kendi kısa öykümüz bile bir fikir vermekte aslında. O kadar olumlu şarta rağmen, birşeyler tam değil işte. Sandalyenin bir ayağı kısa, tıngırdıyor. Her an düşebilirsin sanki, sürekli kendini tehlikede hissettiriyor. Bir türlü tam güvenemiyorsun. Onu mutfağının baş köşesine oturtman, üstüne minder bağlayınca evcimen görünümüne aldanman ve onu evinin bir parçası haline getirmen dahi, sandalyenin eğretiliğini değiştirmiyor. Bir ayağı kısa sandalye, eğreti işte... Bakıcı da ona keza, eğreti anne... 

Çünkü değişmez bir gerçek var. Yavru, en az 2 (normal şartlarda 3) yaşına kadar bakıma ve anne şefkatine muhtaç. Adı üstünde "anne şefkatini" bir bakıcı ne kadar verebilir? Keza hangi tecrübeli kişi, bir bebeği annesinden daha iyi anlayabilir? Bakıcı annenin yokluğunu oldukça güzel bir şekilde kamufle etse de (ki bakıcıyla derin bağlar kuran çocuklara da şahit oluyoruz), o çocukların anneleriyle olmaları halinde nasıl olacaklarını, ve belki nasıl çiçek açacaklarını bilmiyoruz.

Evet, bu şarkı bana gelsin. Zira ben de çalışan bir annenin çocuğuydum. Fakat bunun hikayesi de öyle uzun ki, o da başka bir yazının konusunu oluşturabilir ancak. Devam edeyim...

Aslında ben, doğaldan uzak her türlü "oldurmaca"nın, doğalı kadar iyi olmayacağını düşünüyorum. Boyalı saç gibi... Evet, yakıştırırsan yine güzel olur ama hiçbir zaman doğalı kadar parlak ve sağlıklı olmaz. Çünkü yalnızca sağlıklı saç parlar :) Veya en iyi versiyon bile orjinalinin yerini tutamaz. 

Anne de, bebeğin bakımında ilk akla gelecek kişidir. Doğa öyle uygun görmüştür ve en sağlıklısı budur. Anne olmanin sorumluluğu bunu gerektirmektedir. Yerine konan ikame araçlar, bir yerde fire verir veya dikiş bir türlü tutmaz, kaynamaz. Misal:

- Çocuk ile bakıcının elektriği tutmaz (halbuki çocuk hiçbir şekilde anne ile böyle bir sorun yaşamaz)

- Zorlama şefkat ve sevgi olmaz. Bakıcıya bunu öğretemezsiniz. O artık şansa, kısmete kalmış olur.

- Çocuğun yükü bakıcıya ağır gelebilir ve bakım vermede isteksizlik yaşar (anne bile yeri gelince öf diyorsa..)

- Bakıcı için bebek bakmak, neticede bir iştir. Taksitlerini ödeyince, daha iyi şartlarda bir iş bulunca veya en basitinden sıkılınca işi her an bırakabilir.

- Bakıcı ağzıyla kuş tutsa da, anne için yeterli gelmeyebilir. Çünkü her anne, çocuğu için en iyisini ister ama paradoks burdadır; en iyisi kendisidir.

Bu liste böyle uzaaar gider... Şartlar uygunsa, imkanlar elveriyorsa ve en önemlisi anne de istiyorsa (çünkü annenin  mutluluğu herşeydir), fikrimce en iyi senaryo çocuğa (0-2 yaş arası) annesinin bakması ve ilave olarak annenin de arada soluklanabilmesi için, bir yardımcısının (bu pekala anneanne veya babaanne de olabilir) olmasıdır.

Dedim ya, en iyi senaryo ;)

22 Eylül 2013 Pazar

Bugun Cocuktan Ne Ogrendin?

Malum her gecen gun birseyler ogreniyoruz. Fakat cocuk, bambaska bir ogretmen, resmen ayna... (Severek takip ettigim bloglardan birinin ismidir "Minik Aynam") O o kadar saf, pür-i pak ki, onun karşısında birden çıplanıyorsun, tüm bahaneler çürüyor. Bir de insan yüzüne vurulunca, sanki daha bir iyi anlıyor. Nitekim, bugün de aslında bildiğim bir durum yüzüme vuruldu. Konuya giremedim daha yalniz :)

Hamiş: İnsanın sinirlenerek verdiği tepkiler ve dahası sinirlenmesi, çoğunlukla durum veya kişi ile ilgili olmayıp içteki bir zayıflığın ifrazatı oluyor.


21 Eylül 2013 Cumartesi

Annelik Zamanın Kıymetini Bilmektir

Evet... Bu iddialı cümlenin hakkını vermektir. Şimdide daha çok kalmak, geçmişi daha gülümser anmak, geleceğe daha iyimser bakmaktır. Zamanı üç formda da yeniden yorumlamaktır annelik. Çünkü bebekli hayat öyle hızlı akıp gider ki, (ki çocuğun 3 yaşına bastıktan sonra zamanın daha da hızlı aktığı söylenir) içinde olunan zaman birden kıymete biner. Ne yapsam telaşına düşer taze anne. Hem çocukla geçirilen, hem de çocuktan ayrı geçen zamanda, maksimum fayda peşinde koşar; anı değerlendirir. Misal:

- Akşam çocukla birlikte geçireceği 2,5 saati özel bir seansa dönüştürür (çocuk her gün görse de, o yüz eskimez ;))

- Çocuğun on yüz bin tane fotoğrafını çekip, o geçirilen anları bir de ölümsüzleştirir.

- Çocuğun kucağında uyuduğu vakitlerde, kulaklıkla müzik dinler; blog yazar; sosyal ağlarda takılır.

- Yolda yürürken müzik dinler; oturuyorsa kitap, dergi okur.

- Keza, çorba karıştırırken kitap okumak da, yine enfestir.

- Süt sağarken, bir yandan da atıştırır;  internette surf yapar (bu tabir de neyse artık, beni hep güldürür); öyle ki bilgi avcılığında ustalaşır, kendi çapında ansiklopedik bir değer taşımaya başlar.

- Önceden "aman şurda 45 dk için gitmeye değmez" dediği yere, şimdi koşa koşa gider. Zira bilir ki artık, o 45 dk'da neler olur...

- Gani gani zamanının olduğu önceki hayatında not tutmazken, şimdi hayallerini bile not ettiği bir defteri vardır. Hatta bu defterini hep yanında taşır.

- Kendine kaçamak yarattığı kahve - çay molalarında kendini de bir güzel demler.

- İş yerinde 10 dakikanın bile kıymeti vardır; icabında 10 dakikada 3 tane mail cevaplanır.

Bu liste uzar gider... Çünkü Alice artık Harikalar Diyarı'nda değildir. Herşey ona kendi boyutlarında görünmeye başlamıştır. Önceden dev boyutta gördüğü olaylar, insanlar şimdi normal boyutlarına inmiş, keza önceden küçücük görünen kapılardan geçebildiğini gözleriyle görmüştür. Hayat aslında basit ve sandığından daha kolaydır.



20 Eylül 2013 Cuma

Vira Bismillah!

Bu bloğuma ilk post'umu gönderiyorum nihayet. Henüz hiçbir düzenlemeyi yapmadım. Yola koyulmak, dökülmek istiyorum. Hemen. İçinizde "Allah utandırmasın" diyecekler olursa, demesinler, tutsunlar kendilerini. Zira o cümle öbeğinden hiç haz etmem. Sanki iyi bir dilekten ziyade, bir küçümseme ünlemi gibi gelir. Siz de bir düşünün, bana hak vereceksiniz...

Eşimle evlendiğimizin ilk haftasında, eşim bir akşam elinde bir buket çiçek, bir de şampanyayla gelmişti. Çiçek buketinin üstündeki yazıda "vira bismillah" yazıyordu. Evet, o bir romantik :) ben de öyleyim. O yüzden, bu ilk post'umu, maymun iştahlılığıma bakmadan beni her girişimimde destekleyen eşime armağan ediyorum. Sıradaki şarkı da ona gelsin: Leonard Cohen / dance me to the end of life.

Başladım. Vira Bismillah!