10 Eylül 2015 Perşembe

İki Gözüm Giden Gitti...

Hayat hep akar ya durmaz
Su gibidir ya zaman, tutulmaz
Öyle akıyor yine kendi hızında ama
Kalbinde bir taşla...
Akışı kesilmese de değişti
Bulandı suyunun berrak rengi
İki gözüm giden gitti...
Küçük boyunlara ağır gelen
Şehitlik madalyası imiş tesellisi
Nafile geri getirmeyecek hiçbiri 
Babanın evin içinde yankılanan sesini...
Her akşam babanın eve gelişi
Artık kağıttan silinen bir kurşun kalem izi
Belli belirsiz hayali
Hatıralar bir fotoğraf karesi gibi
Kalacak minik dimağlarda
Sadece bir resim ve hissi
Belki hiç bilmeyecek neden kırmızı karanfili sevmediğini 
Ya da her resmi törende, göndere bayrak çekildiğinde neden içinin sıkıldığını...
Düşündüğünde çok sonraları
Ölümü bilmese de yokluğu bilecek
Hayatı annesinin kaygılı yüzünden öğrenecek
Büyüyecek
Tanrı vergisi saf kalbi
Büyüdükçe isyana, öfkeye, kine meyledecek
Vatan uğruna değil de, belki de bir hiç uğruna kaybettiği düşüncesi 
Her gece içini kemirecek, uykusunu bölecek
O zaman için için hissettiği bu eksikliğin, ezikliğin, haksızlığın bedelini kim ödeyecek..?

2 Eylül 2015 Çarşamba

Bir Varmıııış Bir Yokmuş

2 ya da 3 yaşındaymış
Sorsan o da yaşını bilmiyormuş
Bir gün annesi gitmeleri gerektiğini söylemiş
Artık toprak yolunda top oynadığı evleri güvenli değilmiş
Başka bir evleri olacakmış 
Bu eve komşu bir ülkedeki evmiş
Komşu çocukları zaten onun arkadaşıymış
Bunu duymak hoşuna gitmiş
Hem gidecekleri yerde deniz de varmış
Deniz kocaman bir kapta suymuş
Onunla oynanır mıymış diye sormuşsa da annesi onu duymamış
Bu yeni yer iyi bir yermiş
O zaman annesi ve babası niye hiç sevinmemiş
Yol çok uzunmuş, yorulmuş
İlk baştaki heyecanı, uzun yola dayanamayıp sönmüş
Geldiklerinde ilk defa denizi görmüş
Rengi maviymiş, en sevdiği renk
Buna sevinmiş
Demek ki burası iyi bir yermiş, annesi zaten öyle söylememiş miymiş
Kıyısında biraz kumlarla oynamış
Sonra sokaklarında badi badi koşmuş
Akşam olunca evlerini sormuş
Annesi evlerine gitmek için bir yolculuk daha yapacaklarını söylemiş
Ama söz vermiş, bu seferki kısa olacakmış
Gidecekleri yerin adı Kos'muş
Bu ismi sevmiş, oyun gibi gelmiş
Kos'a gitmek için bir bota binmek gerekmiş
Bot denizin içinden geçecekmiş
Bunu duyunca küçük kalbi küt küt atmış
Ama o yüzme bilmiyormuş
Annesi ona sarılmış, korkma ben yanındayım demiş
Ağlamaktan başka çare yokmuş
Annesine sokulmuş
Sonra gözlerine basan uykuya teslim olmuş
Uykusunun bir yerinde bağrışlarla uyanmış
Uykusu birden korkuyla açılmış
Bir itiş kakış, bağırış ve soğukluk varmış
Annesi de korktuysa eğer kesin kötü birşey olmuş
Annesi onu kucağında sıkı sıkı tutmuş
O da annesine sıkı sıkı tutunmuş
Ama Kos'a gidecek bot suyla dolmuş
Kendini birden denizin içinde bulmuş
Bu sefer rengi mavi değil karaymış
Çok korkmuş
Zaten en çok karanlıktan korkarmış
Ağladıkça, anne dedikçe ağzına su dolmuş
Denizin tadı tuzluymuş
Üşümüş ve evini özlemiş
Yine uykusu gelmiş
Demek denizde uyumak böyle birşeymiş
Kırmızı t-shirt'ünü giydiği o gün, kısa hayatının son günüymüş
Bunu hiç ama hiç bilemezmiş
Hayat gerçekten de, annesinin uykudan önce anlattığı masallar gibiymiş
Bir varmııııışşşşş, bir yokmuş...

İsmini bile bilmediği ülkelerde sığınacak bir yer bulmak, ne kadar da zormuş
Bu dünya gerçekten de garip bir yermiş
İyi ki de cennete gitmiş
Orada korku yokmuş, kötü de
Kimse ona demese de bunu bilmiş
Hem orası sıcak ve güneşli bir yermiş
Kos Adası'ndan bile daha güzelmiş
Üstü başı, ıslak saçları hemen kurumuş
Yemişlerden yemiş, karnı da doymuş
Annesinin söylediği doğruymuş
İyiler hep kazanır 
Masalların sonunda hep güzel şeyler olurmuş...

Muş...muş...




7 Ağustos 2015 Cuma

Emzirmek ya da Emzirmemek... İşte Bütün Mesele Bu Değil.

Ömür Gedik dünkü yazısında ..... demiş ki: "Emzirmekten pek hoşlanmamış ve muhtemelen de bu yüzden iki ay sonra bırakmak zorunda kalmıştım. Cinsel obje olarak görmekten bir türlü vazgeçemediğim memelerin kutsal olduğu söylenen bu görevine alışamamıştım bir türlü. Çoğu erkeğin de benim gibi düşündüğünü biliyorum. Bu yüzden dünya emzirme haftası sebebiyle yapılan "istedikleri yerde emzirsinler" çağrılarına katılmıyorum. Kadınlar tabii ki çocuklarını emzirsinler ama bunu herkesin gözüne soka soka yapmasınlar. Kadınların emzirme özgürlüklerini sokak ortasında, istedikleri yerde kullanmaları bana cinsellik ve libido düşmanı bir hareket gibi geliyor. Hele hele parklarda, meydanlarda yapılan şu toplu bebek emzirme eylemleri yok mu? Gereksiz bir sovenizmden başka bir şey değil."

Sonra kendisine gelen tepkilerden sonra da bugün twitter hesabından, "emzirin ama saklanın, emzirin ama kapalı yerde görün işinizi, emzirin ama üzerini örtün" gibi yorumlarla emzirme işinin mahremiyetine dikkat çekmiş. Sebebi, yukarıda beyan ettiği gibi, cinsellik ve libido düşmanı olarak nitelediği bu eylemi görmeye tahammülü olmaması. Belli ki bu eylemden bir şekilde tiksiniyor, belli ki kadın gibi kadınlığa yakıştıramıyor.

En başta şunu söylemek yerinde olur ki, herkes emzirmek zorunda değil elbette. Bu bir tercih ve şartlar meselesi ve bu konuda kimseyi yargılamadan herkesi kucaklamak gerekir. Neticede kimisi istemediğinden, kimisi beceremediğinden, kimisi sağlık sebepleri, kimisi çocuğun durumu vs. sayısız sebepten dolayı bir çok anne bebeğini emzir-e-miyor. Burada annenin tercihi çok önemli. Eğer anne emzirmek konusunda çok isteksizse, saten formül işlemiyor ve o işten pek de hayır gelmiyor. Çünkü annenin mutluluğu gerçekten önemli ve bebek her durumda mesajı alıyor zaten. Sevilmeyen bir bebeğin öldüğü düşünüldüğünde, bebeğe verebileceğin kadarını vermek ama her durumda sevgiyi ve şefkati eksik etmemek fikrimce ön koşul.

Emzirmek, hem anne, hem de bebek için şüphesiz en sağlıklı ve paylaşımı eşsiz bir tecrübe. Ve bilge doğa kuralları ne de güzel işlemekte heyhat! Fakat yine de bu doğa kuralları ile yukarıda saydığım sebeplerle uyum içinde ol-amayan kadınlar olabilir elbette. Mesele zaten emzirmek veya emzirmemek de değil. Bu yazının bu kadar çok tepki çekmesindeki mesele, emzirmeyi öcü gibi göstermek; emziren kadını ise kadınlık cemiyetinden dışlamak. Hem de bu işi "çoğu erkeğin de benim gibi düşündüğünü biliyorum." Demek suretiyle bir takım bu işten çakmayan erkekleri de yandaş ederek yapmak. Yani aslında belden aşağı vurmak... Hayatın sana sunduğu imtiyazı (herkese sesini duyurabilecek konum) kötüye kullanmak... Kötüye kullanmak derken, ille de toplumsal bir anarşiye sürüklenmemiz gerekmiyor zahir. Nitekim birçok kadın bu söylemden rahatsız olduysa, belki o an lohusa bunalımında olan bir kadın bu yüzden ağladıysa, bir takım kendini bilmez erkekler mevzi kazandıysa veya bebeğin getirdiği değişimler sebebiyle evliliği çıkmaza giren ve fakat düzeltmek için çabalayan çiftlerin duygu durumlarına çomak soktuysa, bu kanaatimce yeteri kadar bir kötüye kullanmadır.

Ömür Gedik'in bu yazısının bir zamanlar Ömer Tuğrul İnançer tarafından sarf edilen "hamile kadının sokağa çıkması terbiyesizliktir. En başta estetik değil." kelamlarından bir farkı yok bence. Zira ikisinde de alt metin, bu her iki doğal kadınlık durumunun hakir, tiksinç görülmesi. Bu sözler açıkça zikredikmese de, geçen duygu bu çünkü, çok net bir şekilde tiksinme. Ayrıca birisinin hoşgörünün kalbi tasavvufun, diğerinin de özgür şehirli kadının simgesi olması, ne de güzel bir ironidir. Teeealllaammmmm, kafalara bak...

Şüphesiz, ne kadar inkar edilmek, yadsınmak istense de, şu bir gerçek ki, memelerin gerçekten emzirmek gibi bir işlevi var :) Yani kullanım alanları çok, çok işlevliler. Ve bunların hepsi kadınlığa dahil. Sen şimdi sadece bir kısmına cici, diğerine kaka dersen, bir kısmına onay verip diğerini reddedersen o zaman kadınlığı da kendin gibi bölmüş olursun. Halbuki kadınlık, çocukken giydirdiğmiz karton bebekler gibi bir şey mi ki, onun bir derinliği var. Zaten hep barbi/cindy bebeklerin işi bunlar, hep onların bilinç altı mesajları. Velhasıl, annelik ve annelik mevzuları da (emzirmek gibi) kadına bu derinliği kazandıran başlıca araçlar bence. Kadınlığa dahil her basamak, her görünüm bu derinliği beslemekte. Hakir görülen emzirmek de buna dahil. Kadın, her haliyle tam, bütün ve mükemmel ve en çok da doğal akışında güzel. Doğanın bu işleyişi, bu doğal akışı yeterince görkemli bence. Tabii Anlayabilene.... 

Geçiyorum mahremiyete... Yahu dekolte kıyafetler içinde memeler sergilenirken iyi de, emzirirken mi akla geliyor bu mahremiyet? Öncelikle niyete bakmak gerek. Şahsen ben hiçbir annenin parklarda memesini teşhir etmek için emzirdiğini düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı bunun için kuytu köşe park yerlerini seçmezlerdi herhalde. Ayrıca mevzudan uzak olanlar için belirtmekte fayda var ki, emzirmek öyle ertelebilen, eve saklanılabilen ve geçiştirilebilen bir eylem değil. Çünkü bunun sadece beslemekle alakası yok. Bebek sakinleştirmenin en iyi yolu emzirmektir; zaten bebeğin de her zorlandığında ilk tercih ettiği budur. Yani bunun doğrudan bebek bakımı ile ilgisi var ve bebek bakımı biraz önce söyldiğim gibi ötelenebilen bir durum değil. Eğer bir anne emziren bir anneyse, bunu her yerde ve her zaman çekinmeden yapmalıdır, yapabilmelidir. Zaten aksi de pratikte hiç mümkün değildir. Herşeyden önce emen bir bebeğin bir takım toplumsal kaygıları anlamasını zaten bekleyemeyiz. Takdir edersiniz ki, annesinin evde her zaman emzirip de dışarıda emzirmemesini anlayışla karşılayamaz bir bebek :) Çünkü o en temel ihtiyacının giderilmesi peşindedir ve bence bunda son derece de haklıdır. Zaten bilenler bilir, bebek bakımı süreklilik ve istikrar gerektirir. Aksi durum bebeği kaygılandırır ve huzursuz eder. O halde hemen akla şu gelir: eğer ille de biri bu durumdan huzursuz olacaksa, bir bebeğin gerçek bir ihtiyacının karşılanmamasından dolayı huzursuz olması mı, yoksa bir yetişkinin hoş-görü eksikliği ve artık bilinmeyen bir içsel sebeple duyduğu huzursuzluk mu tercih edilmelidir? Cevap...? 

Aklıma şimdi bir anı geldi; onu sizinle paylaşmak istiyorum. Bir gün bir uçak seyahatinde iken, arkamda baş örtülü bir kadın ve bebeği oturmaktaydı. Bebek zaten daha kalkmadan huzursuzdu ve ağlıyordu. Uçak havalanınca da ağlaması feryat figan halini aldı. Annesi, bebeği bir sağına bir soluna emziriyormuş gibi çeviriyor, fakat gerçekte emzirmiyordu. Büyük bir ihtimal bebek artık fiziksel olarak da rahatsızdı, kimbilir belki yutkunamadığından dolayı kulağı tıkanmıştı. Zira bebeklerin uçak seyahatinde kulaklarının tıkanması pek sık görülür ve bunu aşmanın en iyi yolu da yine emzirmektir. Ancak o başörtülü anne de, belli ki aşmak isteyip de aşamadığı bu konuda bir baskı hissetmiş ve toplumun o pek mantıklı beklentilerine boyun eğmişti ve neticede bebeğini emzirmek istediği halde emzir-e-medi. Bebeğin o perişan hali, yakında oturan yolcuların içini sızlattı ve ben dahil herkes bebeği bir şekilde oyalamaya çalıştı. O an o kadar üzüldüm ki bebeğin o haline, alıp kendim emzirmek bile istedim. 

Demem o ki, herşeyi anlamak zorunda değiliz; mevzudan uzak olunca her eylem anlamsız gözükebilir insanın gözüne ama pay vermek gerekir yine de. Kötücül zihniyetimizi anlamadığımız durumların üzerine her fırsat bulduğumuzda zerk etmenin hiçbir yararı ve anlamı yok. 

Emzirme haftası ve toplu emzirme seminerleri... Helal olsun diyorum bunları yapan annelere... Özgürlük kimsenin eline verilmiyor ne yazık ki. Almak için çarpışmak, savaşmak gerekiyor. Bu hep böyle. Bugün çok satan bir gazetenin çok okunan bir köşe yazarının bile üstü örtülü olarak kadına cinsel obje olarak yaklaşması, kadınlığın yalnızca cinselliğini kabul edip doğurganlığını, anneliğini dışlaması belki de toplumsal olarak nerede olduğumuzu gösteriyor. Demek ki özgürlük aslanın ağzında, daha çok emek vermek gerekiyor. 

Sonuçta özgürlük önce insanın beyninde. İnsanın önce kendini aşması, kendi sınırlarını kaldırması gerekiyor elbet. Kendimden örnek verecek olursam, Kemal Ateş'i 2 sene boyunca emzirdim. Zaman zaman bunalsam da bu durumdan, ona o yaşında verebileceğim en güzel hediyeydi o ve ben de onu vermek istedim. İyi ki de yapmışım. O zamanlarımda ben de dışarda emzirmekten çekinir, rahatsız olurdum. Şimdi olsa diye düşündüğümde, sanırım yine çekinebilirim :))) Demek ki daha çok çalışmam gerekiyor :)) ama yine de destekliyorum yapanları, yapabilenleri. Neticede şunu biliyorum; iyiyi bağırarak söylemek, kötünün sesini kısmak gerekiyor. 

Son olarak şu emzirme örtüsü meselesi.... Yaf ben onu hiç başaramadım. Ateş her seferinde kaldırıp attı. Tek işe yaradığı yer ce-eeee oyunuydu :)) Başarabilenleri gözlerinden öperim.

Tüm annelerin emzirme haftasını kutlarım. Sevgiler.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Önyargılar

Geçenlerde Nil Karaibrahimgil'in bir yazısını okumuştum. Yazıda, Gülgen Ergen'in "Öğrendim Ki" isimli yeni çıkan kitaptan övgüyle bahsetmiş ve kitabın okunması tavsiye etmişti Nil. Gülben Ergen'i hiçbir zaman kendime yakın bulmamakla birlikte, referansı Nil olduğundan (ki onun yazılarını severim) kitabı alıp hemencecik okuyuverdim. 

Uslup gerçekten oldukça samimiydi, adeta konuşur gibi... Ve okudukça, yazar hakkındaki olumsuz katı fikirlerim, önce esnedi, sonra da tamamen eriyip kitabın akıcılığında kaybolup gitti. Demek ki bariz bir önyargıydı benim bu yaşadığım... Bilmediğim, hiç tanımadığım, yüz yüze bile gelmediğim birisi hakkında oluşturduğum bir olumsuz şablon. Ön-yargı. Hakikaten de ne çabuk yargılıyorduk hemen herkesi. Bizim gibi olmadıkları için, bizim baktığımız yöne bakmadıkları için, o an bizim gibi düşünmedikleri için vs. Vs. Vs. Demek ki herkes kendisini doğru biliyor, herkes kendi doğrusu kabul edilsin istiyordu. E ama kibirli olmak da aynı anlama gelmiyor muydu? O zaman her yargının içinde mutlaka kibir de yok muydu? Şöyle bir düşündüğümde, gerçekten de hep kendine gereksiz anlamlar yükleyen insanların, diğerlerine daha fazla yargıçlık tasladıklarına şahit oldum. Ve yargının var olduğu her yerde de doğal olarak yeşeren bir savunma, gereksiz bir kendini ispat külfeti, anlamsız bir mahkeme muhabbeti... Herkeste birilerine birşeyler öğretme telaşı, en çok kendi bildiğinden...  Herkeste bir diğerini hizaya çekme ihtiyacı, en düzgün kendi durduğundan... Çoğu zaman da sözlerini kavramadan söylenen ezbere bir türkü, herkes öyle söylediğinden... Halbuki yargılayan insan ne de çok yanılıyor. Çünkü gözleri hep karşıya bakıyor, kendini göremiyor. Şimdi ben bunları söyledim diye önyargısız mı oluyorum peki? Hayır tabii ki. Fakat öyle olmaya gayret ediyorum. Kendimi hep sobeliyorum, çuvaldızı hep önce kendime batırıyorum :)

Aslında anahtar kelimenin hoşgörü olduğunu düşünüyorum. Çünkü tek bir renk miyiz? Tek bir göz mü? Tek bir kulak mıyız ki, hep aynı duyalım? Gök kuşağında bile yedi renk var. Madem ki hepimizin parmak izi farklı, o halde hayattaki izleri farklı olmaz mı? Herkesin bu hayatta göstereceği bir şey, söyleyeceği bir söz, bu hayata kattığı bir renk var ve hepsi resimde bir bütün olarak  güzel durmaz mı? İşte kitapta da, bir rengin tam da olduğu gibi, samimiyetle ve coşkuyla tüpten aktığını gördüm ben. Bunu sevdim. Ayrıca, dışarıya öfkeyle ahkam kesmektense, böyle bir paylaşımı her zaman çok daha anlamlı bulurum. 

Velhasıl kelam, bir insanı yargılarken referans noktasını hep kendimiz olarak alıyoruz. Halbuki biz kimiz, o kim, kim hangi dağı aşmış, kim hangi yolda kalmış, bunları kim bilebilir? Siz mi? Ayrıca sen diye bildiğimiz, üç yıl sonra bambaşka biri de olabilir. Olmayacağına kim garanti verebilir? O zaman yargıladığın "sen" de izafi bir kavram değil midir? Böyle bir yorumu daha önce de bir yerde okuduğumu hatırlıyorum şimdi. Herman Hesse'in Siddharta'sındaydı sanırım. Şimdi içeri gidip kitaptan o yeri bulmaya çalışacağım ve arkama yaslanıp mevzuyu hislerimin en güzel tercümanından bir kez daha dinleyeceğim:

"Beni iyi dinle, dostum, iyi dinle! Benim gibi, senin gibi bir günahkar, günahkardır ama bir gün yine Bürahman olacak, Nirvana'ya ulaşacaktır; bir gün yine Buddha olacaktır. İşte bu 'bir gün' yanılgıdır, bir benzetmedir yalnızca. Günahkar dediğimiz kimse, Buddha yolunda ilerleyen biri değildir. Her ne kadar biz düşüncelerimizde nesneleri başka türlü tasarlayamasak da, günahkar bir kimse bir gelişim sürecini yaşamaz. Hayır, gelecekteki Buddha günahkar kişinin içinde şimdiden, bugünden vardır; geleceği içindedir onun, onda, sende, herkeste oluşan olası, gizli Buddha'ya tapmak gerekir. Dünya, dostum Govinda, mükemmellikten yoksun veya mükemmellik yolunda ağır ağır ilerliyor değildir. Hayır, her an mükemmeldir o, tüm günahlar bağışlanmayı, tüm küçük çocuklar yaşlıyı, tüm bebekler ölümü, tüm ölenler sonsuz yaşamı kendi içinde taşır. Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez. Haydutların ve zar atıp kumar oynayanların içinde bekleyen bir Buddha, Brahmanların içinde bekleyen bir haydut vardır. Yoğun bir meditasyonla zamanı yok etme, var olmuş olan, var olan, var olacak olan tüm yaşamı bir eşzamanlılık içinde görme olanağı ele geçirilir. Böyle bir durumda her şey iyidir, her şey mükemmel, her şey Brahman'dır. Bu yüzden, var olan her yer iyi görünüyor bana; ölüm yaşam gibi, günah kutsallık gibi, akıllılık aptallık gibi görünüyor. Her şeyin öyle olması gerekir; her şey benim onayımı, benim istekliliğimi, benim sevecen rızamı beklemektedir. Benim için iyidir o zaman, bana zararı dokunmaz. Günaha pek çok gereksinim olduğununkendi bedenimde ve kendi ruhumda yaşadım. Diretmekten vazgeçip dünyayı sevmeye öğrenmek, onu kendi arzuladığım, kensi hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kensi uydurduğum bir mükemmellikle karşılaştırmayıp nasılsa öyle bırakmak ve onu sevmek, gönülden onun içinde yer almak için şehvete, mal ve mülke, kendini beğenmişliğe gereksinim duydum; en rezilce umarsızlıklara kapılmayı gereksindim. - İşte, sevgili Govinda, kafamda beliren düşüncelerden şu an aklıma gelen birkaçı." (Can Yayınları 35. Baskı/ sf. 140-141)

Sevgiler.

19 Temmuz 2015 Pazar

Geçen seneydi... Seninle denizin kıyısındaki taşlara oturup konuşmuştuk. Sana gideceğimi söylemiştim. Artık gitmem gerektiğini... Ağladın tabii; "ditme yop ditme anne" dedin. Kalbim, o an buzlu camlar gibi çatlayıverdi. Parçaları toplarcasına sardım ben de seni. Sen yine ağladın. Bu sefer ağladıkça seni daha çok kucakladım. Kulağına hep güzel şeyler fısıldadım, komik şeyler... Seni biraz olsun güldürebilmekti niyetim ve ilk defa o zaman keşfettim, ağlarken de gülebildiğimi. Denizden savrulan dalgalar, gözyaşlarımızla birleşti. Bu ayrılık bizim için bir ilk'ti ve büyük harflerle yaşanıyordu her ilk gibi.

Gerçekten ikimiz için de kolay değildi. Lakin yaşın tam da ikiydi ve artık kanatlanma vaktiydi. Benim için elbette zordu ama en çok o küçük, saf bedende gördüğüm üzüntü, isyan bana koydu. Ama güvendim sana minik papatyam. Neşeyle bakan gözlerine, umut dolan yüreğine, çıkmaya hazırlanan kanatlarına güvendim. Sen bu işi benden daha güzel becerecektin, buna emindim.

O gün annenin valizini birlikte güle oynaya hazırladık. Gecesinde küçük burnundan bir kere daha öpüp kokunu içime çektim ve yola koyuldum. Yol boyu seninle ilgili düşler gördüm. Ara ara on dördünde bir ergen gibi, yanımda götürdüğüm atletini koklayıp öptüm, sonra yine uykunun kollarına gömüldüm.

Sonrası serin... Kanatlanmak için uygun bir zemin. Ben özlediğim büyük kanatlarımla yükseğimde dingin, sen de çıkmaya hazırlanan minik kanatlarınla duruyorsun ufukta engin... Biriciğim...

Şimdi bir sene daha geçti bak. Biz aynı konuşmayı yaptık yine seninle denize taş atarak. Bu defa minik kuşun göğsünde tek bir merak, o da özgürce uçmak... Her çırpınışında bunu söylüyor. Büyük kanatlar gitmesin ama gölge de etmesin diyor. Küçük gagası, pençeleri ve minik kanatlarıyla seferber olup savaşıyor. Gelecekteki yuvası için şimdiden alıştırma yapıyor. 

Anne kuş onu özlüyor. Hep çok seviyor. 


12 Temmuz 2015 Pazar

Rolleri Değişince

Bir sabah işe giderken...

K.Ateş: Sen şimdi neyeye didiyoysun anne?
Oyaanne: İş yerine gidiyorum annecim.
K.Ateş: Ben de işe didiyoyum. Benim de biy işim vay.
Oyaanee: Aaaaa, öyle miiiiii? 
K.Ateş: Evet. Buyası benim iş yoyum. Bu yoydan gidiyoyum işe.
Oyaanne: Hımmm, anladıııımmm; demek işe gidiyorsun. 
Kısa bir es (düşünme zamanı 😊)
Oyaanne: Tamam ama (üzgün tonlama) 😔 Ben seninle biraz daha oyun oynamak istiyordum.
K.Ateş: Ama şimdi oymaaaaz. Bugün iş gün. Benim işe ditmem deyetiyoy.
Oyaanne: Hımmmm, peki, ne yapalım o zaman öyle olsun. 
Oyaanne: Aaaaa Ateş, bak aklıma şimdi yeni bir fikir geldi (heyecanlı)
K.Ateş: Neeee, neeee, hadi söööyeee?
Oyaanne: O zaman ben de senin iş yerine gelebilir miyim? 
K.Ateş: Tamam. Oyuy. Hadi sen de del (kafa sallayarak ve sevinçle-istediği bu ya 😂)
K.Ateş: Benim...benim iş yeyimin moy biy baççesi vay. 
Oyaanne: Mor bir bahçesi mi var? Ne kadar değişik. Peki mor ağaçlar mı var orda?
K.Ateş: Hayıy. Ağaçlay yeşil oluy. Moy...yoketley vayyyy.
Oyaanne: Hımmmmm. Mor roketler 😂 ne kadar güzeellll. Harika bir iş yerin varmış senin.
Oyaanne: Peki Ateş, sen ne yapıyorsun orda?
K.Ateş: Çalışıyoyum. 
Oyaanne: Nasıl çalışıyorsun peki, ne iş yapıyorsun?
K.Ateş: Çalışıp ..... mamalay yapıyoyum. Mama için çalışıyoyum. (Kıyamam 😔)
Oyaanne: Ne güzelmiş. O zaman bu akşam senin getirdiğin mamaları birlikte  yiyelim mi?
K.Ateş: Hıh hıhhh (kafa sallıyor) tamam...

Not: Söz uçar hep değil mi..? Daha nice konuşmalar var belki bunun gibi saklayamadığından zamanın rüzgarında savrulan. Ne yapalım, sağlık olsun. Varsın, savrulsun... Hem yakalayıp istifleyeceğiz de ne olacak, değil mi..? Sonra küf kokacak. Kelebeği kavanoza hapsedip izleyince sanki güzel mi olacak... Belki bu arada sözler, anılar unutulacak ama hisler nasılsa hep aynı kalacak. Eğer güzel anılar biriktirdiysen, düşününce kalbine hep sıcaklık dolacak. Eğer anılar acıysa, soğuksa o zaman dilimi zaten akıştan kopacak, o anı donacak ve sen istemesen de, gözünün önündeki bir çapak gibi kendini hep hatırlatacak. Ne kötü... Bu yüzden kelli, saklamayı hiç marifet bellememeli. Eskilere güle güle deyip yenileri neşeyle misafir etmeli...

3 Temmuz 2015 Cuma

Bibliotherapy

Bibliotherapy, yani kitapla tedavi ile tanışmam, eşimin bana ilgileneceğimi düşündüğü bir köşe yazısını göndermesi ile oldu. Psikoloji her zaman ilgi alanım olmuştur ama bibliotherapy adı altında bir terapi yöntemini gerçekten ilk defa duydum. Meraklılar adına yazının linkini aşağıya yazıyorum:

http://www.newyorker.com/culture/cultural-comment/can-reading-make-you-happier

Bibliotherapy'nin asıl amacı, bireylerin varoluşun günlük duygusal zorlukları ile başa çıkmasında yardımcı olmak. Tabii bunu kitaplar ile yapmak. Yetişkinler için bibliotherapy, bir kendi kendine tedavi yöntemi ve yöntem basitçe, kişinin içinde bulunduğu durum, yaşam deneyimleri ve hayattaki amacı doğrultusunda, "bireye uygun" olarak tavsiye edilen kitapların okunması yolu ile işlemekte. 

Konunun en can alıcı ve "alelade bir kitap tavsiyesi" algısını aşan noktası ise, bunun bireye özel ve onun ihtiyaçlarına uygun olarak, belli bir birikim ve tecrübeye sahip uzmanlar tarafından yapılması ve bu konuda özel danışmanlık hizmetinin verilmesi. Bkz:

http://www.theschooloflife.com/london/shop/individual-bibliotherapy/ 

Mesela yukarıda verdiğim ilk linkte yazar, gelecekte sevdiği birini kaybetmesi halinde karşılaşacağı kaçınılmaz keder karşısında, onu destekleyen hiçbir spirütel sonuç bulamayacağından endişe ettiğini, bunun için de, -bir hayatta kalma taktiği olarak-insanların "yüksek bir oluş" üzerindeki yansımalarını içerir kitaplar okumak istediğini belirtmiştir. Bunun üzerine biblioterapist Ella Berthould kendisine okuması için bir dizi kitap önermiştir ki, senelerdir "ilham verici" kaynak arayışında olan, fakat "ilham verici"den neyi kastettiği tam olarak anlaşılamadığından dolayı, yakın çevresi tarafından hep "te alllaaaaammm" nidalarıyla selamlanmış olan ben, bu "yüksek bir oluş" tanımlamasını birden sevinçle kucakladım ve tavsiye kitapları hemen listeme aldım. (Hatta bir tanesini şimdiden hatmettim; yazısını sonra yazacağım) Velhasıl, listeyi isteyen olursa zevkle paylaşırım ;)

Bibliotheraphy'nin çocuklarda uygulanması ise, (tüm çocuklarda iyi işlediğinin garantisi yok), farklı yöntemlerde olabiliyor: Tartışma veya oyun aktivitesi şeklinde veya kitaptaki bir sahne üzerinden, çocuğun konuşmaktan çekindiği bir konunun konuşulması yoluyla vb. Mesela; kederli veya yas içinde olan bir çocuk, ebeveynini kaybetmiş bir çocuğun hikayesini okusa veya hikaye ona okunsa, dünyada kendini daha az yalnız hissedeceği var sayılıyor. Tabii her çocuğun durumuyla yüzleşmeye hazır olmayabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bu gibi durumlarda bir pedagog/psikolog görüşü almakta elbette ki fayda var. 

Esasen kitapların genel olarak çocuklar dahil herkese iyi geldiği görüşündeyim. Kitaplara öteden beri düşkün olan ben (çocukken annemin rüşvetiyle okuduğum dönem -yalnızca Pıtırcık serisi ve belki 10 defa- hariç :)) onlar sayesinde çok şey öğrendim. Şu dünyada keşfetmenin sonu yok ve kitaplar bunun için en iyi araçlardan biri. Ayrıca seni şu andaki hayatından zahmetsizce çıkarıp, bir diğerinin hikayesinin içine pat diye koyabilen, şu dünyada belki yaşayamayacağın kadar çok rolü yaşatabilen, kendini tanımanın dipsiz kuyusunda tutunabileceğin sağlam, uzun bir halat kitaplar... Gerçekten muazzam.

Bu yüzden kitap sevgisini Kemal Ateş'e çok küçüklüğünden beri aşılamaya çalıştık. Daha bebeklik günlerinde bile hevesle gidip, "olsun resimlerine bakar" diye kitaplar alır getirirdim. Tabii onları okumaz, kemirir veya yırtardı :( Ama ben bu konuda heveslenmekten hiç vazgeçmedim. Nitekim hala iş dönüşü ona süpriz kitap getirmek en sevdiklerimdendir. Yani bana yapılsa böyle bir süpriz çok hoşuma giderdi doğrusu, ama sonuncusu onun için hiç de öyle olmadı. Kızdı bana :( Süprizin kitap olduğunu görünce, "ııhhhhh kitap biy süpyiz deyiy anne. Bunu beğenmedim, bana deyçet (gerçek) biy süpyiz vey..!", dedi. Hüüüüü :( Heheeeee :))

Velhasıl, son vukuatımızı saymazsak kitaplarla aramız çok şükür iyi ;) şimdi odası kitap dolu. Hatta ciddi bir kitaplığa ihtiyacımız var artık. Uykudan önce, öğlen veya akşam mutlaka birlikte kitap okuruz. Kitaplardan roller seçeriz, önce okuduğumuzu sonra oynarız. Mesela çok sevdiklerimizden Üç Kedi Bir Dilek kitabından, K.Ateş piti, ben pati, baba da pus oluruz hep :) Ayrıca çocuğa birşeyi kitapla anlatmayı hem kolay, hem eğlenceli, hem de çok kurtarıcı bulurum. Misal çocuğa on kere "yapma" demenin anlamsızlığına birçok ebeveyn erkenden ermiştir herhalde. Ben de o gün, Ateş'e "yapma" demek yerine döndüm dedim ki, "mavi kangurum, sen de bugün lily gibi çok yaramazlık ediyorsun ama. Ben de günün sonunda lily'nin annesi gibi senin mavi kangurunu elinden alabilirim." "Ama benim mavi kangurum yok ki anne" dedi çakal; "yani onun gibi sevdiğin bir oyuncağını" dedim ben de :)))

Hamiş 1: Çocuklar teşbih sanatından anlamıyor.

Hamiş 2: Bunlar folik asit çocukları; öyle mal mal bakmıyor, lafı gediğine koyuveriyor.

Hamiş 3: Bilinen en eski kütüphane mottosu, "House of Healing of the Soul", ("Ruhun İyileşme Evi") olup Yunan tarihçi Diodorus Siculus'un "Bibliotheca Historica" eserinde belirtildiğine göre, Mısır kralı 2. Ramses'in kitapları sergilediği kreliyet bölmesinin girişinde yazmakta imiş.

Sevgiler.


28 Haziran 2015 Pazar

Sen Ne Zaman Büyüdün

Evladın büyümesine şahit olmak gerçekten enteresan bir duygu. Gözünün önünde de ondan fark etmiyorsun diye birşey yok. Öyle bir fark ediyorsun ki, ağzın bir karış açık kalıyor hem de. Biz genelde eşimle böyle durumlarda, ağzımız fiziki anlamda da ayrılmış bir şekilde birbirimize bakıp sanırsınız bu doğa olayı karşısındaki şaşkınlığımızı birbirimizin gözlerinden teyit ediyoruz. Evet, sen de gördün değil mi, ne müthişti değil mi, vay canına..! Sonra da bunu döndürüp döndürüp birbirimize tekrar anlatıyoruz. Ya, bak sen şu minnoşa ne dedi yaa, çok fena oldu çokk, yerim ben onu, kıyamam vb. vb vb. Ebeveynlik bir meslek olsa, bu da olsa olsa meslek hastalığı olurdu işte.

Bugün parkta oynarken yine benzer bir hissiyata kapıldım. Bizimki abilerle oynamayı sever ve yine bulduğu 6.5 yaşında bir abi ile canavarca oynamakta idi. Sonra bir anne ve kız bebeği de onların oynadığı (sayıların bulunduğu silindiri çevirmece-oyuna bak :)) yere geldiler. Kız bebek, annesinin desteği ile ağzında salyası tay tay çevirmeye çalışırken, bizimki yanındaki silindiri büyük bir hızla döndürdü. "Bakkk böööyeee işteeeee" dercesine. Ama öyle demedi. Eğildi, bebişin saçını okşadı ve "hiç meyak etme, sen de büyüyceksin, mamalayı yiyip yiyip sen de böööye büyükceksin" dedi. Biz orada bulunan iki anne koptuk  bu laflara. Tabiii sonra ben hemen yetiştirdim Nihat'a; seninki ne dedi yine biliyo musun, bıdı bıdı bıdı, yerim yaa, bıdı bıdı bıdı...

Ha bi de aynı gün, taksiden inerken koltuğun üzerinde sereserpe duran telefonumu görüp "annee teyefonunu unuttma" diye ikazda bulundu bana. Vay anasını... Daha düne kadar ben hatırlatırken, şimdi bana böyle...tereciye tere satmak gibi, yani...öğrenmiş işte...mülthiş birşey yaaa...gerçekten harika, bir doğa olayı gibi...

:))))) :))))) :)))))





27 Haziran 2015 Cumartesi

Just Do It!

Bu yazı daha çok kendimle konuşmaya dairdir; ancak isteyen anneler, yetişkin küçükler ve start çizgisinde düdüğün çalmasını bekleyen herkes faydalanabilir.

Son zamanlarda içine girmiş olduğum bir girdap beni dibe doğru çekerken, yapmamanın dayanılmaz ağırlığı tüm hayata bir sis bulutu gibi çökmüştü. Görüş alanı kısılmış, harekete dair garip bir anlamsızlık vücut bulmuştu. Sanki yapsan da ne olacaktı? Hiçbir şey yine tam olmayacak, eksik kalacak veya yarım bırakılacak ve akşamında yine yorgunluk olacaktı. 

Anneliğin, çocuklu hayatın, çalışan anne olmanın ve artan sorumlulukların tesiri altında böyle bir yılgınlık geliştirdiğimi söyleyebilirim pekala. Ancak sadece bunu söylersem de eksik kalacak. Çünkü hayatta her zaman dengenin şaştığı durumlar olabilir. O zaman basitçe müdahale eder ve teraziyi yeniden dengeye getirmeye çalışırsın. Buradaki durum ise biraz farklı, içinde ben'den ve geçmişten gelen görmezden gelemeyeceğim birşeyler de var. 

Bu duruma daha çok eylemsizlik, atalet diyebilirim. Hatta nitelikli atalet desem daha da şık olur. Çünkü bu atalet, kendini yapılması gereken rutin şeylerde değil, bizzat rutin dışına çıkmakta, fark yaratmakta, özüne yaklaştıracak yeni bir sıçrayışta gösteriyor. Öteden beri vardır zaten benim bu tür bir atalet problemim. Annelikte, her zayıf nokta gibi bu da daha çok su yüzüne çıktı sadece. Kafamda hep biriken parlak fikirler, içimde çağlayan bir heves, güç derseniz elhamdülillah diyeceğim (şu yaşımda artık var olduğunu biliyorum-çok şükür) sanırsınız ki bu bünyeden ancak bir kaplan çıkabilir. Halbuki ortaya çıkan genelde bir kediciktir. Siz şimdi kükreyecek diye bakarken o sadece "miyaavvvv" der :) Kafasını okşarsınız siz de, merak etme yapacaksın kedicik dersiniz, başka ne yapabilirsiniz ki. Halbuki o doğasını yaşamak ister, avının peşinden koşmak, pençelerini sakınmadan dünyaya meydan okumak ister. Ama sanki bunu nasıl yapacağını bilememektedir. Hani şu kartal hikayesi var ya kendini tavuk sanan, kendimi oradaki şaşkın kartala benzetiyorum bazen. İçimde hep yeri dolmayan bir boşluk, yapmam gereken şeyi yapmıyormuşum, olmam gereken yerde değilmişim gibi bir his, harekete geçmem gerektiği konusunda içsel bir dürtü, fakat aynı zamanda nerden başlayacağını bir türlü bilememe. Bu çelişkili oluş içinde öylece geçen zaman, arayış, gözlem, bilgi, bilgi, bilgi... Nereye kadar...? 

Bu arada, hayattaki beklentilerin çok farklı olabileceğinin, takdirin dışardan gelirken tatmin duygusunun ancak içerde yeşerebileceğinin de altını çizmek isterim.

Velhasıl, kartal olarak doğmak yetmez, kartal olarak büyümek de gerekir, uçabilmek için değil mi? Evet, doğru. Ama bunu bilmek de mazeret üretmekten başka bir işe yaramaz ki. Birşeyleri bilmek, zaten çözmek için hiç yetmez ki. Harekete geçmek gerek düğümü çözmek için önce, körebe de olsan oyunda olmak gerek. Akmak gerek hesapsızca, hayat götürmek toprağına ve sonra görmek belki yeşeren yerleri, nerelerden filiz verdiğini. Boşa da olsa atmak, eylemin kendisi olmak gerek. En çok da en sevdiğini yapmak... Gerisini ise koyvermek... 

Neticede kartal, tavuk, timsah, ceylan, çekirge ne olduğun hiç fark etmez. Tek fark yaratan gerçek, oluşa uygun adım yürümek. Bunun için de herşeyden önce adım atmak gerek. Değil mi?

Just do it!